Şiire verilen aralar ile derin bir iç geçişin sessizliğini yudumluyoruz ve daha çok özlem duyuyoruz kelimelerin cümle yapısına. Kaç renk özlem giymişiz ve kaç sürgün yaşamışız? Ne kadar gözyaşına ağlamışız ki, acının karanlığında kaybolmuşuz. Yine de gülümseyen yüzler ile iyi dilekler sunuyoruz bir birimize. Sonrası yine bir ayrılık ve o ayrılığın verdiği hüzün ortak payda oluyor.

Başka bir mevsim de tekrar bir araya gelebilmenin ağır yükü ile yolcu oluyoruz. Başka bir mevsim tekrar ağırlasın vedaları ile sokağın sessizliğine, ayak izlerinin boşluğuna bırakıyoruz kendimizi. Başka bir zamanın oluru var mıydı bilmiyorum. Ne çok ihtiyacımız varmış bir kış güneşinin altında oturmaya, mevsimin donduruculuğuna inat yönünü kaybeden güneşin sıcaklığını beden de hissetmeye. Uzayıp giden yol kıvrımlarındaki taş evlerini izliyorum. Zincirleme nisan yağmurları çiseliyor gözlerimden. Yıllarca birikmiş saydam bakışlarımda durmamaya yeminli gibi. Kaç beden postal sesleri ile uykusundan sıçrayarak ölüm uykusuna daldı? Saçını yolan anne hangi mevsime gömer şimdi saçını? Usul usul şiirin yüreğine iniyoruz ve tüm duygular kan ağlıyor. Lanetli dörtlükler gibi düşleri kayıp, bütün sözcükler ağır yitirilmişliğin vebal yükü gibi.

Yaralarımızın üstünü giydirerek çıkıyoruz yola. Kimseler görmesin incinen yerlerimizi diye ağzımıza bol keseden gülücükler serpiyoruz. Yaşadığımız her acı olay devasa kırıklıklara neden oluyor. Erken büyütülen çocuklardık biz, bir yanımız öksüz, bir yanımız hep kimsesizdi, kendinden başka bir sığınağı yoktu. Saatimin pili bitik, bende duran zamana gönül koyuyorum, gözlerim uzak mesafelerin ağırlığı. Dört bir yanı surlarla çevrili ve en çok takvim yaprakları ile örtülüydü. Tarihin derin yarasının içinden süzülüp geçiyorum, bütün suskunlukların bilinmeyen nedenlerinin arasına, tekrar tekrar kendini yargılar mı bilmem, susup geçip gidiyorum bir şehirden diğer şehire…