Uzun yıllardan sonra, bir metropolde kesişti yollarımız.

Bir çay ikram etmek istedi,

Kırmadım..

Nede olsa liseyi birlikte okumuştuk.

O üniversiteyi kazandığı gibi buraya yerleşmiş ben ise memlekette kalmıştım.

Sonrasında ise bu mega kentte evlenip bir daha da dönmemişti memlekete.

Lakin liseli yıllarda bile hayalinde hep böyle bir yerde yaşamak vardı.

Kendince hayallerine kavuşmuştu.

Mezun olduktan sonra hemen ise başlamış ve şuan hatırı sayılır bir servete sahip.

Denize nazır mekanında ağırladı beni.

Van'dan geldiği aşikar olan semaveri önümüze bırakan 1.70 boylarındaki esmer tenli kız için "en büyük çocuğum" dedi ve ekledi ,"Bir de 14 yaşında bir kardeşi var"

Semaver üstüne konulan demlikteki çay demini alırken, " Naif'im memlekette ne var ne yok ... tadi tozu yok buralarin.ekmegin dahi tadı yok. Hele bir anlat " deyip, bakışlarını Marmara denizinin mavi sularına tevcihledi.

Ben sorusuna cevap ararken, parmakları arasında tuttuğu sigaradan derin bir nefes daha çekip yeniden söze koyuldu.

"Bilirsin en son seninle karşılaştığımda, beni sizin köyün yaylasına götürmüştün. hani kara kıl çadırın altında, yorganlara sarılıp uyumuştuk ya...

Gökyüzünde ne kadar da çok yıldız vardı değil mi?

Yahu burada doğru dürüst yıldız bile yok"

Saçlar ağarmış ama

Hafızası iyiydi.

O günleri iyi hatırlıyordu.

O hatırlatınca hatırladım.

Bizim ogulveren (kirvanıs) köyüne götürmüş oradan da mor dağı eteklerindeki mührün yaylasına çıkmış üç gece orada konaklamıştık.

Anılar canlanıp sohbet derinleştikçe, ince belli bardaklardaki kaçak çaylar ha bire tazeleniyordu.

Çayları da bizatihi kendisi dolduruyordu.

Ne de olsa araya giren uzun yılların yarattığı hasret vardı.

Etrafına dönüp bakındı tekrar.

"Naif hoca.. Güzel mi buralar?"diye sordu

"Eee güzel tabi " diyorum.

"Yok gardaş yok... hiç güzel değil bu gördüklerinin hepsi koskocaman bir kandırmaca"

( Bir an kendimi Eşkıya filminin sahnesindeymişim sandım. ben yeni mahpusta çıkmış Eşkıya Baran o ise zenginliğin pençesine düşmüş, sevdasını yitirmiş kejé)..

Veeee sonrasında ,"bak... şu şehr-i İstanbul varya 20 milyonu aşkın insanı barındırıyor bağrında. her dinden, her dilden, her kavimden insan var. bak sen şu başı göklere ermiş binalara, bak sen şu şaşaalı camilere, cüsseli gemiler, milyon dolarlık yatlar dolaşıyor boğazda.

Ama hepsi bu değil.

Bir de bunun öte yüzü var.

Öyle bir yüz ki, çocukların, anaların çöpte ekmek topladığı bir yüz.

Babaların, yokluktan yoksulluktan canlarına kıydıkları bir yüz.

Gencecik kızların bedenlerini pazarladığı bir yüz daha neler neler…

Anlayacağınız duygusallık ve gerçekliğin çakıştığı bir atmosferde sohbet koyulaşıyor.

Çocuklarına bakıp sözü kendi çocukluk yıllarına getiriyor.

"Çocukluğumuzda bayramda giyeceğimiz çorabımız olmazdı.

7 kardeştik ve iki gözlü toprak damlı bir evde kalırdık.

Yamalı yataklarımız yan yana dizilir ortalıkta ne bulsak onu yastık yapardık.

Köyün pazarında cambazlık yapan babam, eve elinde yarısı çürümüş bir kavun ya da cebinde üç-beş bayram şekeri ile geldiğinde adeta bayram ederdik."

Sözün en kırılma noktasında üst kattan gelen çocuk bağrışmalarına dikkat çekip;

"Bak... Dürzileri görüyor musun?

Tablet için kavga ediyorlar.  Oysa ikisinin de var.

Dünyadaki tüm sanal alem kahramanlarını tanırlar.

Ya peki dedelerini, dayılarını, benim doğup büyüdüğüm köyü tanırlar mı???

Asla... asla...

Onları geç, kuzenlerini dahi tanımıyorlar.

Beton duvarlar arasında sanal dünyaya esir olmuşlar."

Sonrasında, beni adeta soru yağmuruna tutuyor.

"Hele bi de naif kardeş oralarda ne var ne yok?

Xacort çocukları

Eskisi gibi topluca bayram geziyorlar mı?

Camı kapılarında ayakkabı boyuyorlar mı?

Yine eskisi gibi bayram kahvaltıları veriliyor mu?

Bayram namazında mezarlıklarda, çocuklara lokum ve bisküvi dağıtılıyor mu?

Şabaniye, İskele gençleri yine göğsü kadar açık beyaz gömleklerle mi dolaşıyor?

Hele bi de, O ceplerinde şekerleme taşıyan merhametli insanlardan kimse kaldı mi??

Göz bebekleri nemleniyor.

Ben susuyorum o susmuyor.

Dili dolaşıyor, kelimler düğümleniyor boğazında.

Bir anısını paylaşıyor ve diyor ki,

"Rahmetli anam bin bir zahmetle bir tepsi baklava yapmıştı. Arife günü Laz Abdullah’ın fırınına götürmüştük nar gibi kızarmıştı.

Akşamüzeri kardeşimle baklava tepsisini eve getirdiğimizde ayağım sendelemiş ve güzelim baklava tepsisi yerlere saçılmıştı.

Annemden dünyanın dayağını yemiştik."

Gülüşüyoruz...

Sonrasında, "sandıktaki beyaz patiska üzerine dantelle işlenmiş el emeği göz nuru beyaz örtüleri sadece bayramdan bayrama çıkarırdık.

Toprak damlı duvarların kireç badanasını yapar, toz toprak dökülmesin diye tavanın bez örtülerini yenilerdik.

'Divitin' denilen Bursa dokuması kumaşlarla yorgan ve döşekleri yüzlerdik. Hepsi de anılarda kalan birer detay olup bitiverdi"

Lafını kesmez isem belki de ağlayacaktı.

Gurbetliğin yarattığı, memleketten uzak kalmanın yarattığı ağır travma adeta teslim almıştı duygularını.

Okul yıllarındaki kusursuz aşkların, sevdaların anılarıyla cebelleşiyordu.

Makam, mevki ve parayı bulmuş lakin beton yığınlarının arasında kalmanın huzursuzluğu içindeydi.

Kapıların kapandığı çocukların şeker toplamadığı bir bayramın arifesindeydi.

Sabahın mahmurluğunda gidip bir Fatiha okuyabileceği kimsesi dahi yoktu.

Altın kafese hapsolmuş bülbül misali.

Vakit iyiden iyiye uzamıştı.

Ayrılık zamanıydı.

Ben vedalaşıp kalabalıklar arasına karışıp gözden kaybolurken o altın kafesinde iki çocuğu ile gelecek olan bayramı bekleyecekti

Oturduğum koltuktan doğruldum, başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak "Bari bu bayramda yanımda kal. Şeker ikram edecek bir misafirim olsun. Bir tas hoşaf ikram edecek şansım olsun "

Ne yazık ki bu masumane isteğine cevap olamıyorum.

Sıkı sıkıya sarılıyoruz.

Hatta sarsılıyoruz.

Kapıya yöneliyorum, çocukları merdiven başında güzlüyorlar ikimizi.

Son bir kez geri dönüp baktığımda,

"Bari, bir tutam kenger, birkaç deste uşkun gönder. Bari onlardan mahrum bırakma"

"Baş göz üstüne" deyip yola koyuluyorum.

Özlemlerin, uktelerin olmadığı, yalnızlıkların son bulduğu, memleket sevdası ile harmanlanmış

 IYI BAYRAMLARINIZ olsun.