VanHaber - Yakın zamanda DEVA Partisi’ni kuran eski Türkiye Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ın parti çalışmaları devam ederken, şimdiye kadar 40 il kongresi gerçekleştirildi.

DEVA Partisi lideri Ali Babacan K24’e değerlendirmelerde bulundu..

Babacan, “Bizim Kürt sorunu diye tanımladığımız sorun tamamen kendi vatandaşlarımızla devlet arasındaki bir meseledir. Bizim bunu kendi içimizde zaten çözmemiz gerekiyor. Kendi vatandaşlarımızın meselesini başkalarıyla konuşmamız gibi bir durum söz konusu olamaz” açıklamasında bulunduu

ayrıca, hemen her partiden milletvekilli, belediye başkanı, teşkilat mensupları ve meclis üyelerinin DEVA Partisi’ne ilgi duyduğunu ifade ederek, “Ama henüz başka partilerden geçiş için kapıyı açmadık. İleride o kapıyı açacağız” ifadesini kullandı.

Partisinin Düzce İl Kongresi sonrası K24’e konuşan Ali Babacan; parti çalışmaları, Kürt meselesi, salgın, Suriye Kürtleri, Türkiye’nin iç ve dış politikasına yönelik soruları yanıtladı:

Yeni kurulan bir partisiniz. Şimdiye kadar çok sayıda il kongresini düzenlediğiniz. Gittiğiniz yerlerde insanların size ve DEVA Partisi’ne yaklaşım ve teveccühlerini nasıl görüyorsunuz?

Biliyorsunuz DEVA Partisi kurulalı 9 ay oldu ve 9 ay içerisinde çok hızlı bir şekilde örgütleniyoruz. Hatta bizim kadar hızlı örgütlenen bir siyasi parti yakın tarihimizde pek görülmüş değil. Bu da aslında DEVA Partisi’ne olan büyük ihtiyacı bize gösteriyor. Bugüne kadar 81 ilimizin 78’inde kurucu heyet oluşturduk, 922 ilçemizin 468’inde kurucu heyeti oluşturmuş durumdayız. Bugün de çok şükür 40. kongremizi tamamlamış olduk. Önümüzdeki hafta yine kongrelerimiz devam edecek. Türkiye’nin hangi köşesine gidersek gidelim bana ve arkadaşlarımıza gösterilen ilginin seviyesi birbirine çok benziyor. Yani bugün sizin Düzce’de gözlemlediğiniz ilgi ile işte dün Iğdır’daydık farklı değil. Önceki gün Kars’taydık aynı, daha önce İç Anadolu’da diyelim ki Kırıkkale, Kırşehir Yozgat’taydık aynı, daha batıda Balıkesir’de Edirne’deydik aynı. Dolayısıyla ilk defa belki de Türkiye’de bir siyasi parti farklı coğrafyalardan benzer seviyede ilgi görerek kuruluyor. Bu da Türkiye’nin aslında birleştirici, bütünleştirici, kucaklayıcı bir siyaseti ne kadar özlediğini bize gösteriyor.

Türkiye’de hangi sorunları gördünüz de yeni bir parti ihtiyacı hissettiniz?

Tabi ülkede sıkıntılar büyük, her alanda büyük, adalet ile ilgili sorunlar var, hukuk ile ilgili sorunlar var, temel hak ve özgürlükler ile ilgili sıkıntılar var, dış politika ile ilgili sıkıntılar var ve bütün bunların sonucu olarak da ekonomi ile ilgili sıkıntılar var. Ama bugünlerde vatandaşlarımız özellikle bu ekonomik sorunları çok derin hissetmeye başladılar ve her türlü kamuoyu yoklamasında ve ankette görüyoruz ki vatandaşa sorulduğu zaman en önemli problem ne diye? Birinci sırada ekonomiyi işaret ediyorlar. Benim ve arkadaşlarımın yönetimde olduğu dönemde Türkiye’de ekonomide gayet güzel çalışmalar yapıldı, iyi başarılar elde edildi. Yine ben ve arkadaşlarım Avrupa Birliği işine bakarken Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci çok hızlı yürüdü, reformlarda çok hızlı yürüdük. Yine ben Dışişleri Bakanı iken Türkiye pek çok konuda bölgesinde ve uzakta çözümün bir parçasıydı, sorunların parçası değildi. Devlet görevi yaptığımız dönemlerde güzel işler ortaya koyduğumuz için düzgün çalıştığımız için çok şükür bugün bütün şehirlerimizde, caddelerde, sokaklarda alnımız ak, başımız dik bir şekilde yürüyebiliyoruz.

Sokakta vatandaşların en çok hangi şikâyetleriyle karşılaşıyorsunuz?

Bugün şikayet edilen konuların başında ekonomi var, işsizlik var, geçim sorunu var, esnaf satışların düşük olduğundan şikayet ediyor, vatandaş gelirinin düşük olduğundan ya da işsiz olduğundan şikayet ediyor. Açık ara birinci sırada ekonomi ülkedeki en önemli sorunlardan biri olarak yer alıyor. Pandemiye rağmen, yani pandemi biliyorsunuz Türkiye’de açıklanan vaka sayısı ile dünyada üçüncüyüz. Buna rağmen vatandaşa sorduğumuz zaman birinci sırada Covid demiyor insanlar ‘Birinci sırada ekonomi bizim sorumuz’ diyorlar.

Bahsettiğiniz bu ekonomi, adalet, hukuk ile ilgili sorunlara karşın DEVA Partisi’nin çözüm önerileri nelerdir?

Aslında bizim çözüm önerilerimiz parti programımızda çok detaylı bir şekilde yazılı. Yani 100 sayfalık bir program, 300 kişi hazırladı. 24 ayrı çalışma grubunun ortak bir çalışmasıdır bu. Çözümlerimiz çok açık belli ama sıralamaya şöyle bir koyacak olursak biz en başta ifade ve basın özgürlüğü ile başlıyoruz. Çünkü öncelikle ülkenin meselelerini rahatça konuşabilmek lazım, rahatça tartışabilmek lazım ki hastalığı teşhis edelim ve arkasından da tedavi aşamasına geçelim. Şimdi problemler konuşulmayınca ifade özgürlüğü olmayınca, problemi teşhis edemiyorsunuz, hastalığın adını koyamıyorsunuz. Birincisi oradan başlamak gerekiyor. Hemen ikinci sırada da kuşkusuz adalet var. Yani adalet bir devletin zaten varlık sebebidir. Adalet sadece yargının düzgün işlemesi değil, aynı zamanda sosyal adalet, fırsat eşitliği gençlerin okula girerken fırsat eşitliği, okulu bitirenlerin işe girerken fırsat eşitliği, çalışanların iş dünyasının esnafın küçük işletmelerin iş yaparken fırsat eşitliği. Adalet çok geniş bir kavram ve oralarda da yapılacak gerçekten çok iş var. Üçüncü konu da kurumlar. Yani Türkiye’deki devlet kurumlarını yeniden ayağa kaldırmak gerekiyor, yeniden güçlendirmek gerekiyor. O kurumlardaki teknik birikimi desteklemek ve ön plana çıkarmak gerekiyor.

Geçtiğimiz günlerde Bülent Arınç katıldığı bir televizyon programında Türkiye’de ifade özgürlüğünün sorunlu olduğunu söyledikten sonra iktidarın tepkisini çekmişti ve Cumhurbaşkanlığı İstişare Kurulu Üyeliği’nden istifa etmişti. Aynı zamanda AK Parti’nin önemli kurucularından biri olan İhsan Arslan partisine yönelik özeleştirilerde bulunmuştu. Ardından AK Parti Merkez Yürütme Kurulu Arslan’ı disiplin kuruluna sevk etti. Bu durum size göre AK Parti içinde neyin göstergesidir?

Şimdi uzunca bir süredir şu anki iktidar olan partinin iç özeleştiri mekanizmaları çalışmıyor. Zaten onun için hatalar büyüyor. Ne zamanki içerden bir vicdani ses, iyi niyetli bir özeleştiri ortaya çıksa o ses hemen kapatılıyor, bastırılıyor ve sistem dışına atılıyor. Bunun içinde hatalara devam ediyorlar. Üstelik bu hatalara daha da büyüyerek devam ediyorlar. Yani işin özüne baktığımızda o var. Kaldı ki Türkiye’deki özellikle yargının işlemesine baktığımızda ciddi bir şekilde yürütme erkinin yani hükümetin yargı üzerinde etkisi var, özellikle siyasi davalarda bu etkinin oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Normalde yargının tarafsız ve bağımsız çalışması lazım. Yani hükümetin, yürütme erkinin yargı üzerinde herhangi bir baskısı, herhangi bir tehdidi ya da bir ödülü olmaması lazım. Yani yargının uluslararası hukuk, anayasa, yasalar çerçevesinde çalışması lazım ve yargıçların vicdanına göre karar vermesi lazım. Ama maalesef böyle bir tabloyu Türkiye’de görmüyoruz.

Hükümetin, yargı üzerinde etkisinden ve siyasi davalardan bahsettiniz. Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yargılanma sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında biz prensip olarak tutuksuz yargılanmanın esas, tutuklu yargılanmanın çok çok istisnai bir uygulama olmasını savunuyoruz. Maalesef Türkiye’de tutukluluk başlı başına bir ceza müessesi haline getirildi. Halbuki tutuklu yargılamak ne demek? Yargı süreci devam ediyor olması demek; daha yargı henüz kati bir hükme varmamış demek. Henüz yargı kati bir hükme varmadıysa, ki kati hükme varılmayan davalarda masumiyet karinesi vardır, yani suç kanıtlanmadıktan sonra herkes suçsuzdur diye evrensel hukuk ilkesi var. Dolayısıyla biz prensip olarak tutuksuz yargılanmanın esas olmasını, tutuklu yargılamanın çok çok istisnai olmasını savunuyoruz. Bu tür davalarda da hükümetin kesinlikle müdahale etmemesi gerektiğini savunuyoruz. Sayın Demirtaş’ın dava dosyası ile ilgili detaylara ben hakim değilim. Ama hukukçu arkadaşlarım bakıp, inceleyip verdiği bilgilere göre, bu sürecin tutuksuz yargılanma ile de çok rahat yürütüleceğini arkadaşlarımız bize söylüyor. Ama dediğim gibi bu tamamen hukuki çerçevede değerlendirilmesi gereken bir konu ben temel esaslardan prensiplerden bahsediyorum şu anda.

Son zamanlarda yeni bir çözüm süreci olasılığı, yeni bir Kürt partisi kurulacağı iddiaları var. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Yani şöyle daha yeni ‘Türkiye’de Kürt sorunu yoktur’ diye Cumhurbaşkanı’nın bir ifadesi var. Sorunu yok kabul ettiklerine göre neyin çözümüne başlayacaklar, ben onu anlayamıyorum. Yani şu anda hükümetin inkâr ettiği bir sorun var ve sorun yok derken hadi çözüme dediğinizde ne yapacaklarını ben merak ediyorum doğrusu. Şu anki yönetimin oryantasyonu öyle değil yani.

Kürt meselesinin çözümüne ilişkin sizin nasıl bir yaklaşımınız ve yol haritanız var? Çünkü daha önceki partiler vaatlerini yerine getirmedi ve insanlar temkinli yaklaşıyor artık. İktidara gelmeniz durumunda, vaatlerinizi yerine getireceğinize dair vereceğiniz güvence nedir?

Bizim parti olarak görüşümüz çok açık. Parti programımızda çok açık yazdık bunu. Çünkü söz uçuyor ama yazı kalıyor. Biz Kürt sorununun var olduğunu kabul ediyoruz öncelikle o çok önemli. Yani yoktur demiyoruz. Hatta hükümetten yoktur açıklaması gelince ben bu sizin kararınızla olmaz dedim ve bunu ‘Kürt sorunu var mıdır, yok mudur?’ bizim Kürt vatandaşlarımıza soracaksınız. Kürt vatandaşlarımızın sorununu yakından takip eden sivil toplum kuruluşlarına soracaksınız, insan hakları örgütlerine soracaksınız Kürt sorunu var mı yok mu? Biz bu sorunun var olduğunu görüyoruz. Ama çözümünde mutlaka kendi vatandaşımız olan insanların doğuştan gelen haklarını olduğu gibi tanımakla gerçekleşeceğine inanıyorum. Daha önceki süreçlerde biliyorsunuz terör örgütleri ve bizim Kürt vatandaşlarımızın hakları ile ilgili konular aynı masada aynı pakette konuşuluyordu. Biz ona karşıyız, bu yanlış bir yöntem. Yani Türkiye olarak biz öncelikle kendi vatandaşlarımızın, vatandaş olmaktan kaynaklanan ve insan olmaktan kaynaklanan bütün haklarını olduğu gibi tanıyacağız. Onların o haklarının gerçekleştirmesi gerekli alanı, devletin asli görevi olarak sağlayacağız. Ama dönüp terör örgütü ile de mücadele edeceğiz. Çünkü biz şiddeti yöntem olarak benimseyen her türlü yapıya karşıyız.

‘Terörle mücadele edeceğiz’ derken bir güvenlik sorunu olarak mı ele alacaksınız?

Terör örgütü ile mücadelenin de sadece askeri ve güvenlik unsurlar ile verilecek bir mücadele olduğunu görmüyoruz. Tabi ki silahlı bir örgüt ile mücadelede güvenlik unsurları olur ama yeterli olmaz. Dolayısıyla burada uluslararası ilişkiler önemlidir, diplomasi önemlidir ve örgütün varlık sebeplerine inip o varlık sebeplerini ortadan kaldırıcı bir çizginin izlenmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Türkiye bunu yaparken de bütün komşu ve bölge ülkeleriyle konuşarak, diyalogla, diplomasi ile yapması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü terör örgütü sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de varlığı var. Dolayısıyla bunun mutlaka bölgesel bir şekilde ele alınması gerekiyor. Ama bizim Kürt sorunu diye tanımladığımız sorun tamamen kendi vatandaşlarımızla devlet arasındaki bir meseledir. Biz bunu kendi içimizde zaten çözmemiz gerekiyor. Kendi vatandaşlarımızın meselesini başkalarıyla konuşmamız gibi bir durum söz konusu olamaz. Ama terörle mücadelede farklı. Dediğim gibi örgüt Türkiye dışında başka ülkelerde de var.

Partinizin programında yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bahsediyorsunuz. Kürt sorununun çözümü bağlamında yerel yönetimler dediğimiz federasyon veya benzeri yönetim şekilleri mi? Bunlar nasıl bir sorumluluk üstlenecekler?

Şimdi öncelikle biz zaten şu anki mevcut sistemin yanlış olduğunu ifade ediyoruz. Bu Cumhurbaşkanlığı Sistemi yanlış ve iki yıldır devam ediyor ve Türkiye her alanda kaybediyor. Burada devlet yönetiminde yetkinin mutlaka yukarıdan aşağıya doğru devredilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yani bütün yetkinin tek elde toplanmasına karşıyız. Çünkü Türkiye çok büyük bir ülke. Bir kişinin bütün bu konulara hakim olması, sağlıklı bilgi alması, analiz etmesi ve karar vermesi imkansız. Devlet kademesini aşağıya doğru bir yetki devrini şart görüyoruz. İkincisi de yine Türkiye gibi büyük bir ülkede mutlaka yerinden yönetim anlayışını önemsiyoruz. Yani merkezden biraz da yerele doğru görevlerin, sorumlulukların kaydırılması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü yereldeki sorunlar, yerelde daha iyi görünür, daha iyi anlaşılır, daha çabuk çözüm üretilir ve yereldeki seçilmiş siyasetçiler kendilerini seçenlere karşı sorumlu olurlar ve onlara daha iyi hizmet etmek için de çaba gösterirler. Dolayısıyla buradaki anlayışımız daha çok yerinden yönetime dayanan bir anlayış.

Peki, bugünkü tablo neyi gösteriyor?

Bugün bu önemsediğimiz anlayışın tam zıttı bir tablo var. Biz kayyum atamalarına karşı olduğumuzu zaten söyledik ve parti programımızda bunu açık olarak yazdık. Kayyum atamasının ancak ve ancak bağımsız ve tarafsız bir yargı kararı ile yapılabileceğini, hükümetin tek taraflı bir karar ile bir idari karar ile seçilmiş bir belediye başkanını görevden alıp yerine birisini atamasını yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye’nin özellikle ekonomi ve ticari anlamda Ortadoğu’ya açılması açısından Kürdistan Bölgesi önemli bir konuma sahip. Siz hem ekonomi hem dışişleri bakanlığı yapmış biri olarak her iki tarafın ilişkilerinin nasıl bir düzlemde seyredilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Biz öncelikle komşularla olan ilişkilerimizde çok çok önem veriyoruz. Çünkü bir ülkenin sadece kendi iç politikasıyla arzu ettiği hedeflere ulaşmasını zor görüyoruz. Dış politika, özellikle bölge politikası komşularla ilişkiler bir ülkenin başarısı için çok önemli. Bölgenin de topyekûn başarısı için çok önemli. Ben bunu 2007-2009 yıllarındaki dışişleri bakanlığı dönemimde de sık sık ifade ettim. O dönemde komşularla olan ilişkilerimizin zirve yaptığı bir dönemlerdi. O zamandaki basın arşivlerine bakarsanız hep pozitif gündem vardır, sorunu çözmeye odaklı gündem vardır. Eğer varsa bir ihtilaf o da barışçıl yollarla çözümü için bir gayret vardır. Dolaysıyla Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle olan ilişkilerimiz son derece önemli. Çünkü biz bundan yüz sene önce de komşuyduk, akrabaydık biz halen komşuyuz ve akrabayız. Biz ilişkilerimizi böyle görüyoruz. Dolayısıyla bölgeye yönelik bakış açımız birkaç ana ilke vardır. Bunlara da değinmem lazım. Biz bölge ülkeleri arasındaki sınırların ve hudutların anlamsızlaştırılması gerektiğine inanıyoruz.

Nasıl yapılması gerekiyor?

İnsanlar rahat hareket etmeli. Ürünler ticaret rahat hareket etmeli. Finansman rahat hareket etmeli. Fikirler düşünceler rahat hareket etmeli. Bütün bunlar, insanlar sermaye rahat hareket ediyorsa sınırlar gittikçe anlamsızlaşır. Böyle bir vizyonla böyleye yaklaşmamız gerekiyor. Ayrıca böylede ne kadar işbirliği olursa ne kadar iyi ilişki üzerine temel bir atılırsa bu kazan kazan sonucunu verir bize. Bu böyle sabit bir pastayı paylaşma değil, bu pastanın ne kadar senin ne kadar benim değil, biz öyle bakmıyoruz. Ben dışişleri bakanı olduğum dönemde de asla böyle bakmadım. Biz ne yaptık? Biz pastayı büyüttük. Pastayı büyütelim hep beraber daha fazla kazanalım. Gerçekten Irak’ın çok büyük bir potansiyeli var. Sadece doğal kaynaklardan bahsetmiyorum. Bir de insan kaynağı potansiyeli var. Bir zamanlar kitabın en çok okuduğu şehir Bağdat denirdi. Ben Irak’taki savaştan sonra ülkeyi ziyaret eden ilk dışişleri bakanıydım. Biz konvoyla Irak’a giderken halen çatışmalar devam ediyordu. O şartlarda gittik Irak’a. Niye? Rahmetli Sayın Celal Talabani o zaman cumhurbaşkanıydı. O günün başbakanı ve bakanlarıyla hep beraber barış ve işbirliği için çok iyi toplantılar yaptık. Dolaysıyla biz hem Irak’ın geneliyle hem de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle olan ilişkilerimizi çok önemsiyoruz, büyük düşünüyoruz ve hep uzun vadeli bakıyoruz. Çünkü olup biten bunların hepsi geçici. Ama komşuluk ve akrabalık kalıcı.

Yalnız şu an Türkiye’deki mevcut politika bunun çokta geçici olduğuna bakmıyor. 2017 yılında gerçekleşen referandumundan sonra Kürdistan Bölgesi’ne yönelik bir baskı ve ambargo uyguladı. Şu an kısmi bir ticaret ve petrol ilişkisi sadece var.

O dönemde biliyorsunuz o referandumla ilgili sadece Türkiye’de değil, başka sorunlar da vardı. Bağdat’la da sorunlar vardı. O dönem belki daha farklı yönetilebilirdi diye düşünüyorum. Ama artık 3 sene olmuş ona takılırsak geleceğe iyi bakamayız. Bundan sonra ileriye doğru bakmamız lazım ve bütün bölge için bizim benimsediğimiz ve savunduğumuz değerler üzerinde hareket etmemiz lazım.

2010 yılından itibaren bazı üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri açıldı. Şimdi bu bölümlerden mezun olmuş çok sayıda öğretmen adayı var. Yılda sadece 1-2 atama yapılıyor. Sizinle röportaj yapmaya gelirken Kürtçe bölümünden mezun olan bazı öğretmen adayları bunu size iletmemizi istediler. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

(Gülümseyerek) Benim bildiğim 2 kişinin ataması yapılıyor. Bununla ilgili biz parti olarak düşüncelerimizi muhtelif platformlarda dillendirdik. Bizim yaptığımız ilk kongrelerden birisi de Diyarbakır’daydı ve benim Diyarbakır’daki kongre konuşmamda da bu konuya ilişkin bakış açımızı çok açık bir şekilde ortaya koyduk. Biz vatandaşlarımızın ortak ve resmi dil Türkçe’nin yanında mutlaka kendi anadillerinde de özgürlük alanlarının olması gerektiğini düşünüyoruz ve anadilin yaşaması, öğrenilmesi ve geliştirilmesi için yapılacak çok şeyin olduğunun yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda mutlaka devlet politikasının çok daha kapsayıcı ve geniş bir perspektifle bakması gerekiyor. Çünkü biz anadil hakkını temel bir insan hakkı olarak görüyoruz.

Türkiye’nin genel olarak Suriye, özel olarak da Suriye Kürtlerine ilişkin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi Suriye kendi içinde çok ciddi sorunlar yaşadı ve hala bir iç barış sağlanabilmiş değil. Suriye’de iç barış sağlanmadan Suriye’de gerçek anlamda bir huzur ve devlet yönetimi yeniden güçlü bir şekilde tesis edilmeden bizim özellikle Suriye’nin kuzeyi ile ilgili gelişmelerde çok dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü bizim Türkiye olarak sınır güvenliğimiz çok çok önemli. Her ne kadar biz sınırların anlamsızlaştırması gerektiğini düşünüyorsak da bölge vizyonu olarak da sınırın hemen ötesindeki gelişmeler bizim kendi sınır güvenliğimizi riske atacak gelişmeler olursa o zaman Türkiye’nin kuşkusuz bu konuda yapılması gerekeni yapması gerekiyor. Hatta gerekiyorsa sınırın bir miktar ötesinde kendi sınırını koruması gerekiyor. Bu önemli bir politika ama bütün bölge öncelikle Suriye’nin kendi iç barışını sağlamak için el birliğiyle çalışması gerekiyor. En çok etkilenen komşular bir de uzaktan gelip karışan ülkeler var. Bu işin asıl acısını çeken komşu ülkelerdir. Suriye’nin içindeki çatışmalar komşu ülkeleri tabi ki ilgilendiriyor. Bu bir güvenlik meselesi olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bütün bölge ülkeleri beraber Suriye’de iç barışın sağlanması için ortak bir çaba ortaya koyması gerekiyor. İç barış sağlanırken nasıl bir Suriye olacak nihayetinde? Suriye halkı nasıl bir yönetimle idare edilmek istiyor? Bunlar çok önemli konular. Bununla ilgili uluslararası süreçler var, bu süreçlerin de ışığında bir an önce barışın tesisi edilmesi gerekiyor ve konunun bütün tarafları gerçekten iç barış istiyor olması gerekiyor. Suriye’nin iç istikrarsızlığından istifa edip de Suriye üzerinde etki kurma konusunda niyeti olan ülkeler varsa bu ülkelerin şöyle politikalarını gözden geçirmeleri gerekiyor.

Suriye Kürtleri, Türkiye için bir tehdit teşkil ediyor mu sizce, orada kurulacak bir statüyü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin Suriye’de yaşayan Kürtlerle ilgili bir sorunu olamaz. Onlar zaten sınırın ötesinde komşularımız ve akrabalarımız. Ama Suriye içinde farklı örgütleme çabaları var, bunu izliyoruz ve görüyoruz. Yani Türkiye’de ve bölgede bütün uluslararası camianın terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgütün Suriye’de bir yapılanma çabası var ve bunu da görüyoruz. Bütün bunların bir bütün olarak değerlendirilmesi lazım. Yani bizim sivil halkla örgüt yapılanmaları arasında fark koyup öyle bakmamız lazım. Orda yaşayan komşumuz ve akrabalarımız. Biz öyle bakarız. Ama bir terör örgütü eğer farklı bir yapılanma derdindeyse farklı bir şekilde varlığını sürdürmek için yeni bir alan kendisine açıp oralarda yeni bir şeyler yapmaya çalışıyorsa bunun da oturulup konuşulması lazım.

Son birkaç yıldır yerli-milli kavramları üzerinden içeride muhaliflerin iktidara karşı, dışarıda da Türkiye’ye karşı uluslararası güçlerin var olduğu söylemleri var. Siz gerçekten tüm dünyanın Türkiye’ye karşı cephe aldığına inanıyor musunuz?

Her ülkenin kendi dış güvenlik politikalarıyla ilgili tehdit algısı olabilir. Bunların bazıları gerçek tehdittir bazıları da sanal tehdittir. Bazen iç politikada sıkıştığında dışarıda düşman aramaya sapılabilir. Türkiye’nin şuan izlediği dış politikada sıkıntılar var bunu görüyoruz. Ama bizim dış politika çizgimiz daha çok dost daha az düşman üzerine kurulmuş dış politika çerçevesidir. Düşmanları azaltan dostları çoğaltan bir çizgiyi benimsiyoruz. Ama kuşkusuz bizim ulusal çıkarlarımız var. Türkiye’nin uluslararası hukuk karşısında çok açık hakları var. Bunları tabi ki kuruyacağız. O hakka tecavüz olduğunda tabi ki gerekli duruşu göstereceğiz. İç politikada sıkışıp da içeride sorunların üzerini örtmek için dışarıda bir düşman arayışında olmayacağız. Bu DEVA Partisi’nin çizgisi değildir. Bazı sorunlar gerçek sorunlar bazı sorunları da ben sanal sorun olarak görüyorum. Özellikle bazı ülkelerle olan ilişkilerde üretilmiş sorunlar görüyorum. Gerçekten bir problem yok fakat iç siyasette sıkışmanın sonucunda dışarıda gündem arayışı olarak görüyorum bazı sorunları.

90’larda haksızlığa uğrayan bir kesim de muhafazakâr dindar kesimdi. İnancından, başörtüsünden ötürü çok sayıda insan acı çekti. O muhafazakar kesimin içinden çıkıp o zamanın zulmüne bir tepki olarak ortaya çıkan ve bugün iktidarda olan parti, şu an birçok kesim tarafından çok sayıda hak ihlallerinin mesulü şeklinde eleştiriliyor. Siz uzun bir süredir iktidar ile yollarınızı ayırdınız ama o geleneğin içinden gelen biri olarak bu durum size ne hissettiriyor?

Ben AK Parti’den önce tamamen ticaretle uğraşıyordum. Siyasete 2001 yılında AK Parti ile başladım. O dönemde bir 28 Şubat iklimi vardı bir de 2001 ekonomik krizi vardı. AK Parti’nin kuruluşunda asker vesayetiyle ekonomik krize bir isyan olarak aslında yeni siyasi bir parti çıktı. Ama zaman içerisinde adeta zamanla ezilenler, zulme uğrayanlar devlet gücünü ele geçirdikten sonra bu sefer haksızlık yapan kişiler olmaya başladılar. Benim iktidar partisinden ayrılmam ve arkadaşlarımızla yeni bir siyasi hareketi başlatmamızın sebeplerinden birisi de bu.

Örnek verecek olursak asıl hangi olay sizi iktidar ile yollarınızı ayırma fikrine sevk etti?

Çok olay oldu da çünkü zaman içerisinde farklı farklı gelişmeler yaşandı. İnsan kaynağıyla ilgili sorunlar çıktı. Dürüst ve işin ehli olan insan sayısı gittikçe azaldı sistemde. Kararlar istişareler yapılmadan alınmaya başlandı ve adalet, hukuk gibi ilkelerden de sapılmaya başlandı. Yine şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi ilkelerden sapılmaya başlandı. Bu noktada bizde yol ayrımına girdik.

Başka partilerden özellikle AK Parti’den partinize katılmak isteyenler var mı?

Hemen her partiden milletvekilli olsun, genel merkezden görevli insanlar olsun, teşkilat mensupları olsun veya belediye meclis üyeleri olsun, belediye başkanları olsun hemen hemen her partiden partimize ilgi gösteren insanlar var. Ama biz kuruluşta ilk başta başka partilerden geçişlerle siyasi bir parti olmak istemediğimiz için bu arkadaşlara hepsine ‘bekleyin’ dedik. İrtibatımız devam ediyor. Yeni yeni arkadaşlarla irtibatlar kuruluyor. Ama henüz başka partilerden geçiş için kapıyı açmadık. Ama ileride o kapıyı açacağız.

Neden şimdi açmıyorsunuz?

Çünkü şu anda biz kendi özgün siyasi kimliğimizi inşa ediyoruz. DEVA Partisi olarak vatandaşlarımız bizi anlamasın tanısın istiyoruz. Diğer partilerden geçişler ister istemez o partilerin kimliğinden biraz buraya parçalar taşımayı da içinde barındırıyor. Bu aşamada biz bunu biraz risk görüyoruz. Ama bir noktada o kapıyı açacağız. Çok uzak olmayan bir zamanda biz kapıyı açacağız. Dolayısıyla diğer partilerden DEVA Partisi’ne geçişleri bir noktada göreceksiniz ama o bugün değil.

Türkiye’nin yeni tip coronavirüs (Covid-19) salgınıyla ilgili mücadelesini nasıl görüyorsunuz?

Salgınla mücadelede ciddi sorunlar var. Öncelikle salgınla ilgili önlemlerin ekonomik maliyetleri karşılayacak bir güç şu an devlette yok. Dolayısıyla salgınla ilgili önlemler alınıyor ama alınan bu önlemlerin ekonomik yükü tamamen esnafın üzerinde, küçük işletmecilerin üzerinde ve aynı zamanda vatandaşlarımızın üzerinde. Halbuki ekonomisi güçlü ülkelerde yükün bir kısmını devlet karşılıyor. ‘Başka ülkelere ekonomik yardım yapabiliriz’ açıklaması da çok enteresan bir durum. Türkiye güçlü iken bunu yaptı. Ben dışişleri bakanı iken başka ülkelere yardım konusunda biz ilk sıralardaydık. O zaman çok güçlüydük. Yüzler o zaman gülüyordu. Biz güçlü iken küresel ve insan sorumluluğumuz gereği başka ülkelerin vatandaşlarına destek vermek gayet doğal. Ama maddi sıkıntılar ve ekonomik kriz sebebiyle kendi vatandaşlarımıza destek veremeyen bir hükümetin ‘başka ülkelere yardım ediyorum’ diye övünmesi büyük bir çelişki açıkçası. Vatandaşlarımızın bunu çok hoş karşılayacağını zannetmiyorum.

Editör: TE Bilisim