Çocuğa sormuşlar, "senin için 'yılbaşı ' nedir?"

Demiş ki ,"babamın eve, portakal, mandalina getirdiği gündür "

Hani bu cevabı abartılı bulanınız olabilir.

Ama emin olun ki, çocukluk yıllarımızı düşündüğümüzde bundan daha alâ cevap yoktur.

Yani 70 'li yıllar...

7-8 yaşlarında olduğum yıllardan bilirim

Gelin sizleri o yıllara götüreyim.

Yani %80’nimizin aynı kaderi paylaştığı yıllar.

Kendimden başlayayım (ki sizinki de 3 aşağı 5 yukarı aynıydı)

İki gözlü bir evimiz vardı.

Anne-baba ve 9 kardeştik.

Toplam 11 nüfus...

Büyük abım evli ayrı yaşıyordu.

Onun küçüğü ise Ankara'da öğretmen okulunda okuyordu.

Geri kalan 9 canla yaşamı tek odaya sığdırmıştık. Çünkü evin diğer gözünü de mutfak olarak kullanıyorduk.

Mutfak da ne mutfak ha.

Duvara çakılı tahtadan 3-4 raf ve içinde 5-6 tabak.

Yine derme- çatma bir sehpanın üzerinde iki gözlü ipragaz ocağı.

Ne banyo var ne tuvalet.

Belki inanmayacaksınız ama tuvalet ihtiyacını metreler boyu yükselen kar yığıntılarından açtığımız oyuklarda yapardık.

Suyu komşuların bahçesindeki çeşmelerde ,'satıl ' dediğimiz kovalarla taşırdık.

Yokluk yoksulluk diz boyuydu.

Haa zengin komşularımız yok muydu???

Vardı tabii ki, özellikle ticaret erbabı olan Yahudi komşularımızın hali vakti yerindeydi

Bunun yanında Başkale yerlileri arasında hatırı sayılır servetleri olanlar da vardı.

Zaten cumbalı evler de oturanların zenginliği aleni sırıtırdı.

O kerpiç duvarlı, toprak damlı evlerimiz, değirmen deresine kurulu, hidroelektrik santralinde gelen enerji ile aydınlanırdı.

Çok cılız bir ışık saçardı ve arızalandığında haftalarca onarılmasını bekler,

Gerisin geriye gaz lambalarına dönerdik.

Yılbaşına birkaç gün kala yani zemheri başlar başlamaz sıcaklıklar -30-40 dereceyi bulurdu.

Ama her ne hikmetse biz çocuklar 'üşüme' nedir bilmezdik.

O sıska boyumuzla, sabahın köründe damlara çıkar, akşamdan yağan karları temizlerdik.

(Berfing dediğimiz kar kürekleri ile)

Sonrasında kimimiz soba için odun kırar, kimimiz 'düne ' denilen yerde koyun bekçiliği yapardık.

İşler bittikten sonra da kızakları sakladığımız yerden çıkarır, çarşı içinden taaa ilçe çıkışına kadar (6-7) km kayardık.

Ama ne kızaklardı ha!!!

Hele hele balıksırtı (olanları sollamak her babayiğidin harcı değildi.

(Balıksırtı, kızakların ayaklarına çakılan çelik metal)

Yokuştan aşağı kayardık sonrasında aşağıdan yukarıya doğru da kızaklar sırtımızda geri dönerdik.

Açlık nedir bilmezdik.

Bir parça tandır ekmeği bir parça otlu peynir, akşama kadar yeterdi bize.

Çoğumuzun üzerinde mont-ceket dahi yoktu.

Ayağımızda kara lastiklerle zemheriye meydan okurduk.

YILBAŞI ' MANDALİ YEDİGİMİZ GÜNDÜ

Yoksulduk... Fakirdik ama vallahi de billahi de mutluyduk...

Sebze -meyve sofralarımızda pek olmazdı.

Fakat bilirdik ki 'YILBAŞI' geldiğinde, mandalina-portakal yiyeceğiz.

Yoksa 'YILBAŞI' nın da başka da bir farkındalığı yoktu.

Kızak maratonu bittiğinde karanlık basmış olurdu.

Keyifle eve dönerdik.

Odun ve tezekten beslenen teneke sobanın etrafında kümelenirdik.

Sofralar kurulurdu.

Kimisi tavuk kimisi hindi pişirirdi, yanında bir de tereyağlı bulgur pilavı varsa  gel keyfim gel..

Sonrasında odun sobası üzerinde demlenen kaçak çaylar.

Ama dört gözle beklediğimiz ve sabırsızlıkla beklediğimiz asıl şey, itina ile muhafaza edilen mandalina, portakal ve elmalardı.

Saat gecenin 8’nı gösterdiğinde, rahmetli anamız nevaleyi bırakır ve kişi başı birer tane düşecek şekilde adil bir paylaşımla dağıtırdı (bir elma, bir portakal, bir mandalina)

Ceviz ve hedik varsa ne alâ...

Payımıza düşen meyveleri, çoğu zaman yastığımızın altında saklar, ertesi gün yerdik.

Yıllar ilerledikçe konsept de değişti.

Toplu kutlamalar başladı.

Kahvelerde tombala oynatılmaya başlandı.

Hali vakti yerinde olan akrabalardan biri tüm komşuları evinde misafir etmeye başladı.

Yani yılbaşı eğlencesi tek eve taşındı.

Gaye, komşular arasında sosyal yakınlaşmayı daha da güçlendirmek.

Kimi zaman hane sahibi tüm komşulara akşam yemeği de ikram ettiği olmuştur.

Zaten yemek kimsenin umurunda değildi ki, hele hele biz çocukların.

Bir yandan büyüklerimizden gelen "sessiz olun" ikazlarına riayet eder diğer yandan da "sesiz olun 'tombala başlıyor " anonsunu duyar duymaz, süt dökmüş kediye dönerdik.

Ebeveynlerden aldığımız harçlıklarla birer bilet alır ve o bilete odaklanırdık.

Tombala taşlarının içinde olduğu torbaya elini daldıran kişi (genelde erişkin biri bu görevi üstlenirdi) ilk numarayı çeker ve "evvela çıkan 43" der ve ardı ardına numaraları sıralardı.

Ölüm sessizliğinin hakim olduğu odada birden bire gırtlak yırtar bir sesle "Birinci Çinko" diye bağırarak sessizliği bozardı.

Sonrasında tekrar aynı sessizlik.

Ve sonrasında tekrar "2.Çinko"...

Tekrar sessizlik ve "TOMBALAAAA" sesi ile ilk seans tamamlanırdı.

Biz çocukları gah hoplatan gah oturtan tombala keyfi gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi.

Bu arada çay, çerez ve meyve ikramları olurdu.

Yani çocuğun dediği 'YILBAŞI ' böyle bir şeydi işte.

Sözünü ettiğim yıllar siyah-beyaz televizyonun olduğu yıllardı.

Bonanza, küçük ev, heidi dizilerinin sonunda geç saatlerde müzik programı başlardı.

Dansöz saati geldiğinde ise TV kapatılırdı.

Veee... bizler evlerimize dönerdik.

Sabah olduğunda hayata kaldığımız yerden devam ederdik.

Dedim ya "güzel yıllardı "

Odalarımızın duvarlarında, eceliyle vefat etmiş büyüklerimizin resimlerinin dışında, ayet ve kutsal değerlere ait resimlerden başka resimleri yoktu.

Sonrasında para daha çok hayatımıza girdi.

Şehirlere taşındık.

Çok katlı binalarda çok odalı evlerde yaşamaya başladık.

İskarpin ayakkabılarımız ve kapüşonlu montlarımız oldu.

Kahvaltı sofralarımız zenginleşti.

Ama ne var ki biz yaştaki çocuklar mutsuz olmaya başladı.

Meyve dahi yiyemez oldular.

Son model araçlara biner olduk ama yüreğimiz buruktu.

Veeee hayat kirlendi.

Siyaset yaşama hakim oldu.

Yaşama hükmeden siyaset kirlendi ve birbirimize düşman olduk.

Bugün odalarımızın duvarlarında asılı duran resimler henüz bıyığı terlemeden toprağa düşen gençlerimizin resimleridir.

Ne bizlerim ne de yılbaşı eğlencelerinin tadı kaldı.

Bakınız 3-5 gün sonra YILBAŞI ...

Hangimizin çocuğunda yılbaşı heyecanı var ki!!!

Kaçımızın çocuğu bugün kızakla kaymanın keyfinde!!!

Gelin şapkalarımızı önümüze koyalım çocuklarımızdan çaldığımız yıllarını muhasebesini yapalım..

Emin olun ki o mandalina özlemi çektiğimiz ve kara lastikli ayakkabılarımızla kızak kaydığımız günleri özler olduk.

Yine de hepinize ve tüm çocuklarımıza gönüllerince yaşayabilecekleri mutlu yıllar dilerim.