BU HEPİMİZİN HİKAYESİ

Toprak damlı odanın orta yerinde duran  çam, ardıç odunları ve tezekle beslenen teneke sobanın sacı alev topuna dönmüştü.

Yatakları yerde yan yana dizilmiş dördü erkek ikisi kız altı çocuğun yatakları ise yan yana duvarın dibine serilmişti.

Altı kardeşin payına üç döşek dört yorgan düşmüştü..

Ki onların da buna itirazı yoktu...

Her bireye bir yorgan bir döşek her ailenin harcı değildi.

Vakit ilerlemişti.

Yatısı namazını eda eden Behçet Amca, el örmesi kök boyalı kilim namazlığı toplayıp son bir kez tek camlı pencereden dışarıya bir göz attı.

İkindi vakti başlayan kar, lapa lapa yağmaya devam ediyordu.

Tatlı uykuya dalan çocuklardan ikisinin üstü açılmıştı.

Behçet amca çocuklarının üstünü örttü ve duvarda asılı duran gaz lambasına yönelerek lamba şişesi arasında titreyip duran ışığı bir üflemeyle kararttı.

Iran-Türkiye hudut boyunda kalan köy karanlığa teslim olmuştu.

Kopek ve kurt sesleri toprak damlı evlerin taş duvarlarında yankılanıyordu.

Kaniviçe üzerine işlenmiş patiska kılıflı yastığa başını koyan Behçet amca sabah ezanın sesi ile yeni bir güne 'Merhaba ' dedi.

Abdest alıp iki rekat namaz kıldı.

Sonrasında diz altına kadar uzayan yün çoraplarını giydi,

Acem ili yadigârı cemedaniyi de kafaya sardı.

Sırtına giydiği sako ise Askere gittiğinde almıştı.

Nerden baksan 20 yıllık mazisi vardı.

Tek odalı hanesinin kapısına yönelirken ,uykunun en keyifli kulvarında olan çocuklarına ; "de haydi kalkın.. fazla kar yağmış... bugün çok işimiz var" diye seslenip tahta kapıyı hızla çekti.

Onlarca metrekare büyüklükteki toprak damlara çıktığında köylünün çoğu çoktan işe koyulmuştu bile.

Köylü komşuları türküler eşliğinde ellerindeki bér ve berfinglerle (kar küreme kürekleri)metreler boyu yağan karı kürüyorlardı.

Türkü nağmeleri toprak damlı evlerin bacalarında yükselen beyaz duman bulutları ile adeta raks ediyordu.

Güneş, menge dağ silsilesinin tepesine ulaştığında mola verip aşağı indi behçet amca ve çocukları...

Behçet amcanın alışkanlığıydı.

Aç karnına bir iki bardak çay içerdi.

Bu kez de ezberi bozmadı.

(Allah var, eşi Sitti Ana da çayı okkalı demlerdi. )

Sonrasında cümbür cemaat kahvaltı sofrasına oturdular

'Kahvaltı ' dediğinde biraz otlu peynir ve dünden kalan lavaş ekmek.

Afiyetle yenilen kahvaltı sonrası, yarım kalan işi bitirmek üzere yine damlara yöneldiler.

Eşi ve çocuklarını yolcu eden sitti ana da büyük kızı süsünü yanına alıp tandır evine yürüdü.

Gevene kirbiti çakıp tandırı ateşledi.

Ne de olsa hamur iyiden iyiye kıvamına gelmişti.

40 yıllık hayat arkadaşı ve çocukları karı temizleyip döndüklerinde öğle yemeği hazır olmalıydı.

Öğle yemeği dediğinde,Ya toprak çömlekte bir bulgur pilavı ya da kış aylarının olmazsa olmazı bol sarımsaklı keledoştu..

Et, yumurta, tavuk, köy öğretmeni ya da köye gelen tahsildar için pişirilirdi.

Etli ve yumurtalı sofralar bir de köye gelen jandarma için kurulurdu.

Çünkü en güzel ikramı misafire sunmak bu coğrafya kültürünün vazgeçilmezidir.

HER KÖYÜN BİR FİRARİSİ BİR DE DELİSI VARDIR.

Gün yarılanmıştı...

Etrafı kar duvarları ile örülmüş alanda tutulan koyunlara ot verme zamanıydı.

Behçet amca, damlarda kalan az karı çocuklara bırakıp, leganlari (kar ayakkabısı) ayağına geçirip gole'nin (ot taşınan ağaçtan kızak) iplerini beline bağlayıp, köyün güneyindeki kayalık tepeye yöneldi.

Kar öylesine yağmıştı ki zar zor ilerliyordu.

Dola hircé (ayı boğazı) 'na vardığında, kaya dibinde kendine yönelen bir mavzer namlusunu fark etti.

Şaşkındı...

"Raweste... ezém behçet "diyebildi.  (dur.. benim.. behçet)

Namluyu doğrultan kişi de Behçet amcayı tanımıştı.

Mavzerin sahibi, kaçakçılık meselesinde firari olmuş Haco'dan başkası değildi.

Yıllar öncesinde, müfreze bir operasyonu sonucu Haco'yu yakalamış ama haco bir yolunu bulup jandarmanın tüfeğini kapmış ve müfreze başı Mehmet Çavuşu öldürüp jandarmanın elinden kurtulmuştu.

Köylüler bu olay sonrası Haco'nun köye girişine izin vermemiş Haco da dağda kalmış ve fırsat buldukça köyün koyunlarını hayvanlarını talan ederek yaşamını dağlarda sürdürmüştü.

Haco, Behçet amca’nın ayağındaki leganlara el koyup kendisine yol vermişti.

Behçet Amca, otla yüklü gole'yi aheste aheste sürükleyerek köye ulaştığında adeta dizlerinin bağı çözülmüştü.

Sitti ana'nın önüne koyduğu keledoşu kaşıkladığında fazlasıyla düşünceliydi Behçet amca.

Ağzını bıçak açmıyordu.

Tandırın üzerine kurulu kürsünün altına girdi, kürsü üzerindeki kilimi dizlerine örttü ve ayaklarını tandıra daldırdı.

Evin büyük kızı Süsün, mavi çinko demlikten doldurduğu çayları annesi ve babasına servis ederken, köyün keyfi, morali, vazgeçilmezi olan deli salo içeri girdi.

Behçet Amca;"were saléh were.. were kéleka denduré.. tu naha cemidiyé "

(Gel Salih gel..tandırın yanına gel ...şimdi üşümüşsündür.)

Salo bu saatlerde hep gelirdi.

Akşam vakti saat 17.30-18 sıralarında altı pilli Erivan radyosunda çalan, krapété Xaço, Şeroyé béro ve diğer dengbejlerin seslendirdiği Kürtçe klamlari dinler ve gözyaşları içinde evinin yolunu tutardı.

Günün diğer saatlerinde ise fazlasıyla keyifli, çocukların neşe kaynağı olan bir deliydi!!!

AKŞAM ERKEN İNER BU KÖYLERE.

Sabah namazı ile başlayan gün bitmek üzereydi.

Xalo tepesinde kızak keyfi yapan çocuklar eve dönüyordu.

Şakalaşarak ve halay çekerek.

Mutluydular.

Televizyonları ve bilgisayarları yoktu.

Soğuk geçirmez termal kabanları ve montları da yoktu.

Ayaklarında kara lastikleri bedenlerinde antep dokuması triko fanilyaları ile coğrafyanın mutlu çocuklarıydılar...

Uzun kış gecelerinde esmer tenli çocukların tek eğlencesi, Murat dayının anlattığı masallardı.

Arkası yarınlı uzun masallardı.

Zembilfroş, rustem ı Zal, gela démdım vs masallar.

Kimi zamanda insanı oturduğu yere çivileyen cinli, perili korku masallar anlatırdı Murad Dayı.

Mekanlar loş ışıklı olunca korku masalları daha da kasvetli olurdu...

Masal sonrası çocuklar birbirlerine sıkı sıkıya sarılarak uyurdu.

Evet dostlar...

Mevzuyu bayağı uzattığımın farkındayım.

Lakin o günlere dair yaşamın küçük bir detayını dahi eksik bırakırsak hiçbir şey anlatmamış olurdum.

Mesela, metrelerce kar altında kalan taşların kıyısında, zifiri karanlıkta buluşan sevdalıların flörtünü..

Gece meclislerinde hünerlerini sergileyen dengbejlerin dinletilerini.

Alüminyum tepsiler içinde misafirlere ikram edilen, kurutulmuş elma, Erik, Armut karışımlı,hedikli, üzümlü, incirli, cevizli çerez kokteylleri.

Samanlıklarda bir kış boyu muhafaza edilen karpuz, salatalık ve kavunların lezzetini.

Hiçbirini ama hiçbirini eş geçmek mümkün mü?

Hele gecenin karanlığında köye inen kaçakçıların yükünü taşıyan katırların sesini...

Sevgili dostlar...

Nacizane olarak sizlere o günlere dair yaşamdan söz etmeye çalıştım.

Günümüzde yozlaşan bir kültürü hikaye etmek istedim.

Sanal dünyanın egemen olduğu, saygı ve sevginin rafa kaldırıldığı, çocukların çocuksu yaşamlarından uzaklaştığı, sofradaki yemeklerin tadının dahi kaçtığı günümüz yaşamı ile kıyaslamak istedim.

Umarım duygularınıza tercüman olabildim..

İyi yıllarınız olsun.

Sağlığınız ve neşeniz bol huzurunuz daim olsun.