Sabah gider miydik düş kırıntılarımızı toplamaya, dedi.  Hayata yeniden başlamanın kavgasıdır Merhaba; dedim. sönmüş mumum olmayan alevi gibi dikti gözlerini gözlerime. Zamansız gelen kahramanların zamanı olmaz, dedim. Bana gülümse, dedi. Oysa gülümsemenin nedeninin kendisi olduğunu bilmiyordu. Bilmediği ve benim öğretmemi istediği o kadar çok şey vardı ki hangisinden, nerden başlayacağımı bilmiyordum. Yüreğini kemiren kurtlardan arınması gerektiğini tekrarlıyordum, ama o onlar ile bir bütün halindeydi ve onların onda bir yuva yapmasından haz alıyordu.

Günahkâr bir yük vardı omuzunda, silkelemesi gereken yaşı olmasına rağmen yorgun düşlerini uyutmuş gibi bezgindi. Ömürdü taşıdığı yük, kendi varlığından habersiz. Acı ruhuna basılmış bir damga gibi ürkek. Affet, dedi. Seni kendi evsizliğimin tuzaklarına çektiğim için. Yalnızlığı bekleyen bir eskici kadar hazırdım oysa. ben çok konuşmuştum, o ise çok susmuştu. Kolları yok gibiydi; kendi öyküsüne sarılacak kadar bir boşluk. Saksılarını değiştirmesi gereken yerde, çiçeklerinin ölmesine izin veriyordu. Sözlerim büyüyordu, ruhuna çöken kara bulutlarına ateş ettikçe ıskalamam için yön değiştiriyordu. Yüreğine gömdüğü bavullar tıka basa doluydu, açmam yersizdi. Zihinde ki sular bulanık, fikirler bir önceki geceden kalma zemheri.

Her bir vedanın ardında gelişen iyimser bir durdurma isteği, vadide tek başına kalan bir ağaç gibi bana emanetti kıblesini döndüğü yalnızlık. Gece hüzünlenen duyguları toplamaya yol aldıkça, güneş doğuyordu ben kayboluyordum. Hiçbir söz geçmişini arındırmaya yetmiyordu, geç kalınmış bir dostluk ile dokundukça yaraları büyüyordu. Ben hava alsın diye üstünü açtıkça, örten kilitleri vardı. ‘‘Ağlıyordu ölüm duyguları, silecek gücü yoktu, silemeyecek kadar varlığım yoktu’’. Benim en güzel umudum yüreğimde saklı, onun ise en büyük yangını…