Hikâyemin sözcüklerimin arasında devrim yapmasını bekliyordum o ise korku içinde tüm kelimeleri benden saklıyordu. Yaşadığı coğrafyada benliğini mürekkebin rengine bulayacağımdan endişe duyuyordu. Kendine merhamet gösteremediği yerde benden ona merhamet göstermemi bekliyordu. Hep ufuktaydı gözleri uzun uzun dalardı, ben anlardım özlediğinin yanında olmadığını, ama incinmesin diye sadece izlerdim; ben onu, o gökyüzünü. Hikâyenin sonu yoktu, ne ilginç yaralar vardı ben bilmeden geçip gidiyordum yanlarından. Resmi çizilmemiş, birkaç anıdan esinlenmiş gibi bir avuç kalmıştı taşıdığı sureti. Yüreği kamburdu kendinde yarım bıraktığı öyküleri taşımaktan. Oysa vaz geçtiği kendisiydi, kendi yaşam çizgisinin üstünü karaladığının inkârını yaşıyordu. Seherin titrek cılız sesi yankılanırken; sabahın şakağını öpüp son bir veda ile geçip gitti bir martı kasabasına.

Kalbime gömdüğüm yükleri çekip atarken seni de yüklerin arasında saklı tuttuğumu unutmuşum. Hangi yılın tarihiydi? Seni ilk günden son güne kadar taşıdığımdan habersiz yaşamışım. Meğer böyle daha çok sevmişim seni; varla ile yokun arası ince çizgim olmuşsun. Şimdi yelkovan seni uzun uzun gösterirken, ben uzun bir yolculuğa doğru çıkmış gibi penceremde seni izliyorum. Sen üzülme diye Sahaf çının şiir dükkânına gitmiyorum. Hiçbir aforizma karalamıyorum duvarına. Sana ihanet edecek mısralar yudumlamıyorum.

Kamufle edilmiş yalnızlığımla, naftalin kokulu geçmişime üşengeç sözler biriktiriyorum. Zaman geçiyor yorgun düşüyoruz önce bedene, sonra da şiire. Tamamlamıyor kendini biraz acemi, biraz içli. Gitmeler olmasaydı yazar mı insan bilmiyorum, ama ‘‘gidenler hep kalanlardan iz taşır biraz lanetli, biraz vicdanlı’’ son cenaze yürüyüşümdü önce kendime sonra sana...

Roj Yiğit 30,07,2022