Tekrar tekrar hikâyenin başına dönüyorum, kendi kendime konuşuyormuşum gibi, kendi kendime yazmışım gibi yazının dili eksik kalıyor. Arada ses olanlar silinmiş ve ben neden silindiğini bilmeden büyük bir anlatıcı ustasıymışım gibi tek tek anlatıyorum. Hayatın; ağır yükünün savunuculuğunu üstlenir gibi.

Yağmur yağsa benden bilecekti. Her şeyin nedeni benmişim gibi, beni sorguluyordu mavi iki iri gözleri, bütün sorguların hıncını benden çıkarıyordu. Neden bu öfke ve neden bu kadar hayata karşı nefret doluydu? Hiç bilmediğim, tanımadığım sözcükler bir bir bana savruluyordu. Bir şeylerin yanlışlığı ve hatalı bir zaman diliminde yanında bulunmam evet evet kabahat benim.

Coğrafyamın kayıp çocuğuydum ben; tenha bir köşede gürültüsüz, sessiz beklerken ölüme susamış insanlar gördüm, dedi. İrkildim ve korku içinde olan gözlerimi ona diktim, peki ben miyim bedel dedim? Sustu; aramızda ki mesafenin iki katına çıkan uzaklığın sessizliğini dinledi. Bir şeylerin uçuruma doğru sürüklendiğini hissettim. Keşke günahının taşıyıcısı ben olsaydım ve bütün yaraları ben giymiş olsaydım. Oysa bütün kavgaların en masumlarıydım, çünkü her şeyden kaçar adımlar ile yönümü hep güneşe dönmüş, ardımda kalan karanlığa hiçbir zaman yön çevirmemiştim.

Büyük bir gayret ve sabır göstererek her cümlenin altında yatan sebepleri anlatma çabam dönüp, dolaşıp tekrar yankı içersin de bana dönüyordu. Aramızda bir ayrım vardı. Benim olan düşünce, onun olan yaşanmışlık artık derin bir kurguya dönüşmüştü. Anladım ki; onun ruhunun giydiği yara benim olmayan zamanın uyuşmazlığıydı. Kendime olan yetersizliğim ile ona güç olma çabam gittikçe zayıflıyordu. İfade yetersizliğim çoktan hükmünü giymişti. Kelimeleri bağlayan ekler boğazımda düğümlenen nokta ile son vedanın yüzüne ellerimi kaldırırken, anladım ki geride kalan sadece adaletti. Oysa çoktan elleri asılıydı. ‘‘ Mevsim bahar olsun ve o bahar sana konsun’’ diyemedim…