Hasta bir tutsak kadar düş kırıklığını içimizde toplamanın hüznünü sıraladık. Solgun bir yol ayrımıydı ben sordum o sustu, ben konuştum o sustu, ilerledikçe anladım ki onun da eşiğinde bahar eksikti artık. Bir tebessümün parantez açmasıydı yıllar sonra şans eseri karşılaşmak. Bulmaca çözer gibi ben ona bakıyordum, gizlenen özneleri bulma çabası gibi, o ise duvarda rüzgârın sallantılı sarmaşıklarına bakarak yüklem siz tümleçleri bulmaya çalışıyordu.

Hasretliğimin vuslatına tedbir konulmuşta yıllar sonra affedilmiş gibi tuhaf, karmaşık duygulara doğru yöneliyordum. Yapa bildiğim tek şey dostça, iyimser bir şekilde derin derin sarılmak. Kaçak çayı yudumlar gibi, aklıma tandır ekmeğinin buharı, burnuma otlu peynir kokusu düştü, kaçıncı sonbahardı ağzımdan düşürdüğüm. ‘‘Oysa ben küllerimin pişmesini bekliyordum’’. Çelik zırhlarını giyinen o kutsal bağ, derin manalı sorular neredesiniz? Ruhumda yanan ateşe üfleyin, bir yığın eski şeyler ile örtün.

Düşlerimin göğünde; güneşin kutsal yüzüne sarılmak varken, gecenin izbe karanlığında kaybolan zamanların masumluğu, neden şimdi yıl aldıkça iç sesim ile çoğaldınız?  Poyraz bir at koşturuyor yüreğimin çölünde. Barut kokusunu andıran yitirilmişlik, kaç renk gökkuşağına avuç açarak semaya dursa gözlerinin mühürlenen yazgısı değişir? Zaman akıyor o birikintinin içinde en kazlarıma derin bir türkü söylüyorum, yüreğimde milyon bağlamanın sesi. 

Ah o gitmeler; aslında bütün gitmeler kendineydi. Yorgun düşen dizelere umuda sarılı düşler bırakma isteği ile hızlandırılmış bir veda ile son sözler dökülür. Kekeme kelimeler, düğümlenen nefes, sırası gelmeyen nadide sözler hepsinin hatırı sorulur şimdi. Solgun bir romandı bizimkisi, ‘‘kelebeğin kozasından çıkması ve tekrar kozasına gömülmesi’’…