Gün güneşi uğurlarken yumarmış gözlerini gelincikler, diğer güne uyanmakmış tek tesellileri. Rüzgârın etkisi ile sallandıkları an irkilerek yeni doğan güneşe selama dururlarmış. Güneşin en sıcak anında yaprakları düşmesin diye bir birlerinin gölgelerine sığınsalar da hassas oldukları için o gün ölen çok olurmuş.  Gelincik tarlasında gelincikler erken ölürmüş, döktükleri her bir yaprak canlarını acıtırmış. Boy boy sıralı bir şekilde hayranlıkla izlediğimiz kırmızı ve pembenin karışımı ince bir tülün zarafeti. Gelinciklerin hikâyesi de mevsimlik hatta birkaç aya sığdırılmış kısa bir ömür.

Bizim de gelincikler ile benzer yönümüz ve denk düşen hikâyelerimiz var. Sen de benim acıyan yanımsın dediğimiz birçok kayıplar. Bazı yaralar vardır üflesem geçer dediğimiz boyutları aşan acılar. Çaresizce donup kaldığımız, sadece izlemek zorunda kaldığımız anlar. Bu yüzden çiçeği hatırlayıp ağlamak kalıyor ve belki de sığındığımız en kolay etken.

Bir yıldız kayması kadar duygu yüklü bir bulut, yarınları sürüklerken ardından geçmişi hatırlayıp yarınların üstü karalanıyor. Nedenler çoğaldıkça çoğalıyor, yürekte yanan düş birikintileri kendi ibaresinde kuralsız bir şiir oluyor. Sağlam ibareler kullansa da bedel ödetmeye hazır imla hataları şiirin kirpiklerinde asılıyor. Her kelimesine muhtaç iken kalp incinen sözlerden kaçıyor. Hastalıklı bir ordu besleniyor hücreler de,  savunduğumuz tek şey içimize oturttuğumuz cam kırıkları. Kış geçiyor bahçelerimizden, yüreğimizde oluk oluk yağmurun sesi. Öfkemi duymalıydık, yoksa onu da gelincikler gibi bağrımıza mı basmalıydık? ‘‘Mevsime yükleniyor hüzün kokan duygular’’ oysa insanın kendi değil midir çıkmaz sokaklarda kaybolma isteği?…