Düşlerini uykuya teslim etmeyen gözlerim, gecenin karanlığında bir habercinin çantasından çıkan ölüleri sayıyor. Acıya mecbur bırakılan çığlıklar gökyüzün semalarında iniltiler çoğaltırken, doğu illeri yaralara yandım diyor, tekrar tekrar yandım. Şimdi bu günaha kim yüzünü dönsün? Bu zorba ülkeye kim dur desin? Benim olmayan kaybedişlere benzerini yaşadım, çokça yaşadım demek yerine kalbimin girdabında boğuluyorum demek kalıyor.

Ozan değilsem şairim, hayırlısını dilemekten geçiyor yolum. Çocuklar ölümlerin matemini bilmez, anneler gözyaşları ile söndüremiyor yangını.  Özlemek boncuk boncuk diz döverken ayrılık çanları eser oyun oynanan bahçede. Kendimi buluyorum kaldırım kenarında öyle hissiz, öyle simsiyah. İzlemek sadece izlemek kalıyor nefessiz. Soluğumda üşüyor katliamlar, zalimliğin postal seslerine ezilirken tanığım sadece cumartesi oluyor, ellerim ise birer karanfil.

Uykusundan uyandırılmış bir geceye düşüyor çarpışmanın en hayırsız uğultusu.  İki bin yıllık bir öfke kinin ve nefretin düşmanlığı ile tazeleniyor. Çocukken bize öğrettikleri tek şey iyi insan ol, madem bize iyi insan olmak öğretildi ise neden bu kadar kötülük var. Neden; o kötü insanlara da iyi birer insan olun denmemiş? Yüreğim acıyor, nabzım en üst seviyede. Şimdi bedeller talan, düşler birer arşiv yığını. Semalarda uçuşan mutluluk ışıkları değil, can alan toplar, canı canından ayıran korkunun ecel terleri. ‘‘Korkunun gözlerinden öpsem geçer mi’’? 

Çok canı acıyan bir baba evladına son dediği söz  ‘‘yakında döneceğim, biraz özlemeye gidiyorum’’.  Ömrüne hüzün düşen çocuk; görünmeyen bir dargınlık konar hasretliğinin yollarına, tek bir söz dahi söylemeden öylece geçmeyen öfkelere susmak. O inanılmaz inançlar sessiz, kalbimin o yirminci asır yargıları suskun, sözcüklerimin kanı dağılmış, göğü olmayan bir ülkede doğdum, göğü tufan bir ülkede öldüm…