Gökyüzünde rüzgar bulutları sürükleyip birbirine çarptığında yağmur yağar; toprak canlanır, ürün verir. Yeryüzünde hayvanlar birbirilerine karşı amansız bir mücadele verir; bununla doğa kendi dengesini bulur. Çünkü bu, dünyanın varoluş sürecinden bu yana devam edegelen bir aksiyondur. Tüketici değil, üreticidir; yok edici değil, var edicidir. Uzayda bile yıldızların, meteorların, gezegenlerin hareketleri; çarpışmaları, patlamaları yepyeni yıldızları doğuran yapıcı bir süreçtir. Ama söz konusu barışa karşı savaş oldu mu her şey değişir. Geride ölümler, acılar, yıkımlar kalır. Bu yüzden Ukrayna’da süren savaşın politik etkilerini analiz etmeyeceğim; çünkü savaşın insan doğasındaki anlamsızlığıyla ilgilenmek istiyorum.

Halihazırda Ukrayna – Rusya ihtilafı, soğuk analizlerle tartışılıyor, her gün onlarca mecrada. Ukrayna’nın argümanları, Rusya’nın argümanları, NATO’nun amaçları sıralanıyor. Kimisi kapitalist hegemonya savaşı diyor, kimisi NATO’nun güçlenme hamlesi diyor, kimisi Rusya’nın yayılmacılığına dikkat çekiyor. Elbette eldeki donelerle durumu anlayıp öngörü geliştirmek de önemli. Ama duygusuz bir zekayla değil, soğuk bir bilgiyle değil; çünkü böyle bir durumda savaş kötü olsa da “realist” olmanın gerekleri sıralanabilir, savaşın zorunluluğuna sığınılabilir. Böylece farkında olunmadan savaşın etkileri önemsizleşmeye başlar, acılar “doğal sonuçlar” kategorisinde bir istatistik tablosuna döner.  Yaşamını yitiren her bir insan sadece  birer “sayı” olarak kayda geçer.

Savaş mı, Barış mı?

Elbette realist yaklaşım, bunun kaçınılmazlığından ve doğal oluşundan bahsedebilir. Bir tür savaşların kanıksanması salık verilebilir. Bunun için de bitmez tükenmez sebepler sıralanır her seferde; jeo-politik şartlar, soyut beka nutukları, kutsiyet arayışları, ekonomik zorluklar… Zamanla gözler, savaşın acı tablosundan uzaklaşıp çıkarlar tablosuna çevrilir. Çünkü savaş, günbegün insanı kirletir,  yozlaştırır; aykırı şeylere alıştırır. Bir çocuğun, kadının trajedisi görülmez; tablonun geneline odaklanılır. Tam da burada 90’lı yılların başında bir Afrika ülkesinde çektiği bir fotoğrafla Pulitzer Ödülü kazanan Kevin Carter’ı düşünelim.

Zayıflıktan ölmek üzere olan Afrikalı çocuk, Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmek isterken akbabaların başında ölmesini beklediği o sahneyi anımsayalım. Carter, o meşhur fotoğrafı çekip oradan uzaklaşıyor; akbabalar ise çocuğun yanı başında onun ölmesini bekliyor. Çünkü Carter, profesyonel fotoğrafçıydı ve önemli olan da buna odaklanmaktı. Bu yüzden çokça eleştirildi, suçlandı. Carter yaptığı açıklamada profesyonel bir fotoğrafçı olduğunu söyledi. Ama bu onun insani sorumluluğunu ortadan kaldırmıyordu. Buna bağlı olarak zamanla psikolojisi bozulan Carter intihar eder. Bu örnek bize insan hakları, insani trajediler, doğal felaketler karşısında aşırı profesyonellik takıntısı ve realist yaklaşımın ne kadar sorunlu olduğunu anlatmıyor mu?

Savaşlar, insan doğasının dışında bireyin dahil olmadığı bir olgu olsaydı işler değişebilirdi. Hatta gerçeklikle ifade edilerek sorumluluk doğa kanunlarına da atılabilirdi. Yine de hiçbir surette doğrulukla örtüşmeyen bir durum söz konusu. Çünkü gerçeklik, esas itibariyle gücün kullanılmasıyla yaratılan bir görüngüdür. Dolayısıyla savaş görüngüsü, bilinçli bir şekilde belli hedeflere varmak amacıyla yaratılan sınırlı bir gerçekliktir. Sınırlı diyoruz; çünkü savaşın da sahipleri vardır, birtakım taraftarları vardır. Dolayısıyla savaş, onların gerçekliğidir. Buna karşın savaş, kabul etmedikçe genelgeçer bir gerçeklik haline gelemez. Ama her şeye rağmen barış, bir gerçeklik olmaya yakındır; çünkü barış; insan doğasıyla örtüşen ve doğrulukla uyumlu bir olgudur.

Ne fark eder ki?

Ukrayna – Rusya savaşının tarafgirlik üzerinden tartışılması, insan doğasına eğilmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü dünyanın iki kutbu arasında adeta mengeneye sıkıştırılmış masum insanlar gerçeği söz konusu. Özellikle yabancı kaynaklı sosyal medya hesaplarında paylaşılan korkunç görüntüler var. Bu nedenle “Savaşı icat eden, görmesin cennet!”diyebiliriz Yaşar Kemal gibi. Burada sözü yönetmenliğini Zaza Urushadze’nin yaptığı Mandalina Bahçesi filmine getirmek istiyorum. Çünkü 1990’lı yıllarda yaşanan Gürcü – Abhaz savaşının halklar arasında yarattığı nefrete rağmen etkili bir barış öyküsü anlatılıyor.

Savaşın başlamasıyla Estonyalılar, yüz yıl önce yerleştikleri köylerini terk ederek ana vatanlarına dönerler. Geride mandalina bahçesiyle ilgilenen yaşlı bilge kişi İvo ve Margus kalmıştır. Evlerine yakın bir yerde yaşanan çatışmada iki asker sağ kurtulur, birbirine düşman Çeçen Ahmed ve Gürcü Nika. İvo’nun evinde başlayan iki “düşman” da iyileşmeyi beklerken savaş üzerine etkili diyaloglar yaşanır. İki “düşman”ın birbirini “Öldürme” arzusuzamanla kaybolur. Filmin sonunda eve gelen askerlere karşı Çeçen Ahmed ve Gürcü Nika birbirini korur; ama çatışmada Nika ve Margus ölürler.

İvo, Margus’u mandalina bahçesine gömerken Nika’yı savaşta Gürcüler tarafından öldürülen oğlunun yanına gömer. Çeçen Ahmed buna çok şaşırır ve filmin finalinde dokunaklı diyalog yaşanır.

Ahmed: Yani oğlunu Gürcüler mi öldürdü?
İvo: Evet, ama ne fark eder ki!
Ahmed: Nasıl yani, oğlunun mezarının yanına bir Gürcü gömdün.
İvo: Ahmed, fark eder mi? Cevap ver!
Ahmed: Hayır, fark etmez.

İbrahim GENÇ