Kürtlerin sınırları içerisinde yaşadığı Türkiye, Irak ve Suriye’de iki temel bölgesel dinamik vardır: Kürtler ve siyasal İslam. Ortadoğu coğrafyası, bu iki temel dinamik üzerinden yapısal bir hareketlilik yaşıyor. Yani Kürtler ve siyasal İslam’ın etkisiyle beşeri ve fiziki anlamda tüm ülkeler birbirinin içine giriyor. Bunun sonucunda bölge ülkeleri başta olmak üzere uluslar arası güçler, bölgenin özgün dinamikleri üzerinden diğer ülkelerin sorunlarına müdahil olabilmektedir. Bu açıdan olaya yaklaşıldığında Rusya, İran ve Lübnan Hizbullahı ile Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yarattı cephelerin niteliği anlaşılabilir. Tabii burada sadece siyasal İslam’ın bir enstrümanı işlevi gören mezhepçilik öne çıkmasına rağmen Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtlerin temel bir faktör olarak ön plana çıkmaması dikkat çekmektedir.

Buradan hareketle Suriye krizinde Türkiye’nin politikası üzerinde durmak gerekir. Türkiye, kendi sınırları içerisinde 20 milyon Kürt’ü barındırması sebebiyle iki olasılığa sahiptir: Bir, yapıcı bir politikayla Kürtler üzerinden Suriye’de temel bir aktör olmak. İki, yanlış bir politika ile Rojava rüzgarının Türkiye Kürtlerini etkilemesi. Türkiye, ikinci olasılığın hayat bulmasını sağladı. Dolayısıyla tüm enerjisini Rojava Kürtlerinin statü elde etmemesi için harcadı. Körfez ülkelerinin ve kendisinin denetiminde kurulan Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) üzerinden Kürtler yok sayıldı, Kürtlere  Arap milliyetçiliği dayatıldı. Bunun sonucunda da Kürtler “3. Taraf” olgusunu devreye sokup başarılı olurken SUK tarihe karıştı.

Türkiye’nin Rojava alerjisi

Türkiye’nin Rojava karşıtlığıyla ilgili geçen yıllarda Lübnanlı yazar Mahmud El Faqih, SUK ile Türkiye arasında yapıldığını dile getirdiği 6 maddelik bir anlaşma yayınlamıştı. Bu anlaşmanın iki maddesi şöyleydi: Türkiye-Suriye arasında 1998 yılında imzalanan “Adana Antlaşması”nın (Türkiye’nin istikrarını bozan hiçbir faaliyete izin verilmeyecek) gereğini, Baas rejiminden sonraki yeni hükümet devam ettirecek. Suriye’de yeni kurulacak hükümet, yeni anayasada Kürtleri tanımayacak. Ayrıca muhalefetteki Demokratik Birlik Partisi de (PYD) dahil olmak üzere Kürt partilerinin rolünü zayıflatmak için ne gerekirse yapılacak. Bunun yanında Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun birkaç gün önce “PYD’ye karşı 3 şart ileri sürdük” diyerek sıraladıklarına bakalım: "Türkiye'ye karşı hiçbir zarar verici eylemde bulunmayacaksınız. Suriye rejimi ile işbirliği yapıp, Suriye halkına zulmetmeyeceksiniz. Rejime karşı net tavır koyacaksınız. Defakto bir yapı oluşturmaya kalkmayacaksınız. Sonuçta bir masa oluştuğunda o masaya diğer muhaliflerle birlikte oturup birlikte Suriye'yi inşa edeceksiniz, diğerlerini bağlayıcı bir adım atmayacaksınız."

Başbakan Davutoğlu’nun sıraladıklarını açmak gerekir; bir, Rojava Kürtlerinin Türkiye’ye karşı en ufak olumsuz bir eylemi olmamıştır. İki, Suriye rejimi ile Kürtlerin ilişkisinden bahsediliyor ama bu konuda en ufak bir somut belge yok. Üç, Kürtlerin kendi bölgelerinde otonomi elde etmesi rahatsızlık yaratıyorsa, “Biz Kürtlere karşı değiliz” sözüne kim inanır? Üç, masada diğer muhaliflerle PYD oturmak istedi. Ama her görüşmede Kürtlere Arap milliyetçiliğini dayatan SUK’u, bugün de Cenevre lll konferansına Kürtler davet edilmesin diye lobi yapanları eleştirmek lazım. Kürtler ne Türkiye’de ne de Suriye’de, hiçbir zaman masadan korkmadılar. Ama buna karşın masayı tanımayıp devirenleri de herkes iyi biliyor. Dolayısıyla Suriye’de Kürtlerin ezici çoğunluğunun desteğini alan bir partiyi tanımamak gerekçi değildir.

Kürtler Cenevre’ye güçlenerek gidecek

Her şeye rağmen Cenevre lll görüşmeleri 29 Ocak itibariyle başladı. Eğer bir aksama olmazsa aylar sürecek bu görüşmelerden Suriye’de geçiş sürecinin yol haritası belirlenecektir. Görüşmelerin ilk etapta üç ana amacı var: Genel bir ateşkes sağlamak, IŞİD tehdidini durdurmak, İnsani yardımların ulaştırılması. Konferansta muhalifleri; Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın koordinasyonuyla Riyad’ta muhaliflerin çatı örgütü olarak ortaya çıkan Müzakere Yüksek Komitesi temsil edecek. Tabii en istikrarlı ve güvenilir konumda olan, ve “IŞİD” karşısında en büyük savaşı vermiş PYD davet edilmedi. Çok da önemli değil, bölge ülkelerinin gazı alınmış olabilir; ama uzun vadede Kürtler kabul görecektir. Çünkü şu aşamada Kürtlerin Cenevre’ye daveti, Kürtlerin ilerleyişini durdurabilirdi. Dolayısıyla bu görüşmeler sürecinde PYD, Teşrin barajı üzerinden önce Minbiç, oradan da Cerablus’u alabilir. Kerkük ve Musul’un Irak Kürdistan Bölgesine neden yasal olarak dahil edilmediğini anımsayın. Bu sebeple de anlaşmaya varıldığı andan itibaren tarafların elde ettiği yerlerde söz söyleme hakkı olacaktır.

Sonuç olarak Cenevre lll konferansının başarıyla ulaşmasının Türkiye Kürtleri üzerinde de olumlu etkisi olabilir. Çünkü Suriye krizinin büyümesinden dolayı Türkiye’de yapılan hiçbir hukuksuzluk diğer aktörlerin umurunda olmuyor. AKP de mülteciler ve İncirlik askeri üssü üzerinden ABD ve AB’nin sesini kolayca kısabiliyor. Cenevre lll’ün başladığı bugünlerde Suriye’de ölen insan sayısı 250 bin, yerinden sürgün edilen insan sayısı 6 milyon. Cenevre l’in yapıldığı Haziran 2012’de ölen insan sayısı 10 bin, sığınmacı durumuna düşen insan sayısı 112 bin idi. Çözüm üretilemediğinde ortaya çıkan yıkımı rakamlar gösteriyor. Bu sebeple de bir an önce çözüm bulunmalıdır. Bu noktada Türkiye de hem içeride hem de dışarıda Kürtlerin kazanımlarına saygı duyan bir politikayı önceleyerek yapıcı bir politika geliştirmelidir.