Sokaklarından geçtiğimiz, caddelerinde yürüdüğümüz, havasından soluduğumuz, anılarımızı bıraktığımız şehirler hakkında yeterince düşünebildik mi? Yaşadığımız şehirleri, içkin bir hisle tartışıp onunla bütünleşmiş yazgımızı okuyup anlayabildik mi? Oysaki daha Mısır uygarlığında şehirlerin kurulması yolunda Firavunlar adeta yarış halinde olmuşlardı. En önemlisi de antik Yunan’da ideal şehir tartışmalarının varlığıdır. Platon’dan Aristo’ya, site düzeniyle ilgili ciddi tartışmalar yürütüldü. Bireyin toplumla, toplumun siteyle ilişkisi; erdemin kentlerde nasıl var olabileceği.

Bugün de sanayileşme ile birlikte şehirlerin  “kendiliğindenlik” taşımadan maruz kaldığı etki, ciddi bir tartışmayı zorunlu kılıyor. Özellikle 80’lerden bugüne, kapitalizmin şehirleri sıkıştırdığı üretim ve tüketim kıskacı; şehrin amacını unutturduğu gibi, anlamlandırılmasının da önüne geçti. Murray Bookchin’den David Harvey’e, Richard Senett’ten Henri Lefebvre’ye; birçok düşünürün buna kafa yormasının nedeni de buydu. Bu konuya dikkatimi çeken kitap da Lefebvre’nin “Şehir Hakkı” adlı eseriydi. Lefebvre 1967’de bu kavramı ortaya atarak adeta tartışmalar için yeni bir ufuk açmıştı.

Şehir hakkı nedir?

O halde “Şehir Hakkı” nedir? Harley’e göre, orada yaşayanların söz sahibi olması; yani kendi şehirlerini gönüllerince değiştirme hakkının varlığıydı. Bookchin’e göre şehirler, politikanın ve uygarlığın merkeziydi. Senett ise şehrin farklılıkların birlikteliğini simgelediğine vurgu yaptı. Buradan kendimizce bazı çıkarımlarda bulunabiliriz: Şehrin ortak emeğin eseri olması, halk iradesinin temsil edilmesi, düşünce hayatının varlığı, sosyal ve kamusal hizmetlere erişim, farklılıkların birlikte yaşaması vb. Çünkü şehir, bütüncül bir yaklaşımın aynası olmalıydı burada. Zannedildiği gibi tamamen edilgen değil, toplumla birlikte toplum için değişip dönüşebilen yeniden ve yeniden üretilebilen bir özne de olabilmeliydi.

Lefebvre kitabında “şehir yapıttır” dedikten sonra şehrin basit bir maddi ürün olmadığını, sanat eserine yakın olduğunu belirterek “şehrin bir tarihi vardır; o bir tarihin, yani tarihsel koşullar içinde bu eseri gerçekleştiren gayet belirli insan ve grupların yapıtıdır.” der. Ona göre sokaklardan ve meydanlardan geçip giden bir sözü vardır şehrin; şehrin bir dili vardır, söylemlerde, o şehirde yaşayanların dili kullanım biçiminde… Çünkü ona göre şehir hakkı, bir çığlıktır, bir taleptir. Lefebvre’den hareketle; bu çığlık, hiçbir ahenk taşımayan yapılarla müteahhitlerin şehircilik satıcılığına bir itirazdır. Talep ise iyi niyetli insanlardan felsefe ve sanat içeren projelere olan bir ihtiyaç olsa gerektir. Şehrin basit bir kâr vesilesi, para kaynağı olarak görülmesinden ziyade “kullanım değeri”ne değinen Lefebvre “İtalya, Flaman, İngiliz ve Fransız şehirlerinin bu tüccarları kendi şehirlerini bir sanat eseri gibi seviyor, türlü türlü sanat eseriyle süslüyorlardı.” demektedir.

Şehir toplumla yaşar

Toplumun, kültürün ve şehrin oluşturduğu bütünselliği birçok kentte görmek mümkündür elbette. Lefebvre’nin atıfta bulunduğu döneme denk geldiğini düşündüğüm Notre Dame Katedrali’nden bahsedeceğim. Elbette “Cathédrale Notre Dame de Paris” bir şaheser. Bunun bir nedeni belki mimarisi, bir nedeni de Victor Hugo olsa gerek. Orada sergilenen Notre Dame Kamburu müzikali şehrin taşlarıyla adeta bütünleşmiştir. O yüzdendir ki Notre Dame Katedrali 2019’da yandığında tüm dünya bu ortak mirasa ağlamıştı, üzülmüştü. Elbette bizim de memleketimiz, kültür ve inanç bakımından çok zengin. Ama yazıda tartıştığımız şehir ve şehirleşme olgusu çerçevesinde bir değerlendirme söz konusu değil. Şehirlerimizi konuşamadık, bireyin şehir hakkını tartışmış değiliz henüz. Çünkü şehir – memleketimiz- asgari yerel konsensüsün sağlandığı bir ortak payda olmaktan uzak olduğu gibi Lefebvre’nin deyişiyle bir “memnuniyetler” listesi de söz konusu.

Yerel dinamiklerin uzlaşması, ortak bir erek oluşturması ile şehrin yeniden üretimi, yeniden oluşumu mümkün olabilir. Bu yeniden üretim, mekanın da yeninden üretilmesidir, hafızanın tazelenmesidir. Bununla da şehir –birey, birey –doğa ve şehir-doğa ilişkisi kent özgüllüğünün ayrılmaz bir unsuru olarak ele alınabilecektir. Tabii bunun için Harvey’in saptamasıyla şehir sakinlerinin, yaşadıkları şehri gönüllerince şekillendirebilecekleri imkanlara sahip olmaları gerekiyor. Bu da halkın yerel yönetim süreçlerine özgürce katılabildiği, kentin üretilmesinde söz sahibi olabildiği; itirazlarının sonuç verdiği bir demokrasi kültürüyle mümkündür. Yani halkın içinden sadece halkın ve şehrin varlığı için sorumluluk üstlenen seçilmişlerin varlığıyla olur, kayyumlarla değil. Bu nedenle şehrin bir “ürün” değil de bir “yapıt” olabilmesinin yolları aranmalıdır. Bu konuda Lefebvre kitabında  der ki; “Sadece devrimci inisiyatif alabilen gruplar, sınıflar ya da toplumsal sınıf fraksiyonları kentsel sorunlarını çözmeyi üstlenebilir ve çözümlerini tam anlamıyla hayata geçirebilir; bu toplumsal ve politik güçler sayesinde yenilenen şehir bir yapıt olur.”

Sonuç itibariyle; düşünürlerin tartıştığı noktadan şehirleşme olgusu ele alınıp bu eşik aşıldığında şehrin finansal gücünün oluşması, katma değer ürün üretmesi, yurttaşların barınabilmesi, refahın sağlanması gibi sonuçlar mümkündür pekala. Ancak bu şekilde, göçler durabilir ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir kent dokusu yaratılabilir. Özcesi; şehir, toplumla yaşar, toplumla ölür.

İbrahim GENÇ