Zaman ve mekân değişse bile insanın kendi içindeki çıkmaz sokakları hiç değişmiyor. Sanki peşimizde sürüklediğimiz kendimiz değilmişiz gibi, farklı bir ütopya peşindeyiz. Hep bir şeyler değişsin istiyoruz, kendi kalbimizi değiştirme isteği gibi. Acıya ve inanca kutsal bir aşk ile bağlı iken mümkün mü?

Herkes en az bin defa yenilmiştir hayata, dağınık zamanlarını toplaya toplaya hüzne sarmıştır saçlarını. Kabullenmek kalır geriye, kendi yenilgilerinin arasına bir içimlik özlem ekleyerek. Güneşin kutsal yüzüne sarılmak varken, gecenin izbe karanlığında kaybolan zamanların yolculuğuna çıkıyoruz, barut kokusunu andıran yitirilmişlik. Kaç renk gökkuşağına avuç açarak semaya dursa, gözlerinin mühürlenen yazgısını değiştire bilir?

Kader diyoruz; neyin kaderi?  Ben istemedim;  kim istedi ise onun olmalı dercesine satır aralarında bir isyan başlıyor. Başkaldırılmışa ağır bir yüklem giydiriliyor. Ömür itaatsizliğin derin kâbusu ile iki hısımdır artık. İtilmişlik ile akraba.Bir zengin gurur duyduğu kapısını fakirin yüzüne kaparken, tekrarını yaşayan günlüğüm kendi sıradanlığını bozma telaşı olmadan fısıldıyor kaleme sil gözyaşını umudu aramaya geldik.

Kalbimizin soluklaşan kırık dökük, dökülen yapraklarını toplamaya çalıştıkça biriken setlerden atlıyoruz.Yüksekliğin de korkusunu yaşıyoruz, Umudu çok yüksek bir yere oturmuşsun Tanrım. Biz şimdi umuda ulaşamamanın kıvılcımını yaşarken,daha çok acıya mahkûm olunuyor.  Acıdan kangren olmuş beden sesleniyor ‘‘ey hayat biraz yara aldım üzülürsem geçer mi’’?