Sevmelere aykırıydı her bir düşüncenin tarihi, yargılar ile dolup taşarken kalemimin zehri, zamanın vebali birkaç ömür ile ıslatıldı. Derindi her bir fikrin ayrılığı. Zamanın umutları yorgundu, gülümsemek panzehirdi artık. Kum saatindeki milyonca kum taneleri küçücük bir çukurdan hızlıca akıp giderken, eski çanlar çalıyor zamansız. Yasaklı kentin kaburgalarını kırarcasına, bir şeylere dayalı bir itaatsizlik vardı, yasaksız yaşamak diyordu kendi düşüncesinin ehli. Kendi ölüm ıslığını çaldığından habersiz, keman yayı gibi saçları kalacaktı akılda, birde hiç sönmeyen soru denklemleri.

Bedeni ağır bir yük taşıdığının farkında olmadan, sırtını bir boşluğa yaslayarak öylece duruyordu. Kadın nefesinde biriken acılarını yudumluyordu. Göz ucu ile odaklandığı noktaya kirpiklerinin bir birine değmediğini hissetmiyordu. Yolculuğa çıkmıştı ölümlü bedeni, kimse eşlik etmeden hayal ile düş arası zaman aşımına uğramış gibi yarısı gitmiş, diğer yarısı kalmış gibiydi. Kendi korkularını kaybetmiş, cesaretini buz gibi mevsim geçişine kaptırmıştı. Yüzü kımıldamayan yas, gözleri gözyaşlarını söndüren anılar ile doluydu. Kafasını taşıyamayan beden, eli ile destek olmuştu yüzüne. Yanağına ilişen acı tüm yüz hatlarında belirgin çizgiler ile fay hatları çizmişti.

Simsiyah bir kefen görmemiştim, alışılmışın dışında hazırlıksız yakalanmıştım.  Hangi dilde büyük harfler ile yazılır acı ve hangi dinde metanet sözleri daha etkiliydi. Yüreğinde taşıdığı köz küle dönmüş sıcaklığı buram buram his ediliyordu. Annesinin büyük sancılar ile doğurduğu yüzü kar renginde duvarın tüm soğukluğa bürünmüştü. Bu acı, bu kederli duruş neyin vuslatı? Hangi savaşın ortasında kaldın da ruhun seni bir kaldırım taşı gibi fırlattı öteye? Ellerim diyorum bir parça umut koparsa verse ya avuçlarına belki o zaman darağacına asılmaz özgürlüğümüz. Yüreğinden yerlere düşen acılarına ağlarken, ben ‘‘mezar taşına saçlarımı bıraktım belki tarar diye’’…