Yaşım henüz 15. Hayatı tanımıyor ve bilmiyorum. Hayatımın ilk öğretmeni olan babam bana hayatı öğretmeye çalışıyordu. Babam bana bazen ya minik hikâyeler anlatıyor, ya da yaşadığı tecrübeleri örneklerle yaşanmışlıklarla aktarıyordu.

Babam bir gün beni iş yerine öğlen yemeğine davet etti. Birlikte bir öğlen yemeği yemek ve yemek masasında oturup biraz sohbet etmek, biraz da dertleşmek için bazı zamanlar oluyordu.

İş yeri Eminönü’nde Mısır çarşısındaydı. Oldum olası Mısır çarşısının o baharat kokusuna bayılırım. O keşmekeşliğini salaşlığını tarihi dokusunu çok severim. İnsanı tuhaf bir şekilde özgür kılıyor.

Elimi tutarak, Mısır çarşısının en eski restaurantı olan Pandelliye gittik. Her zaman orada oturduğu belli bir masası vardı. Karşılıklı oturduk. Siparişlerimizi verdik. Başladık sohbet etmeye. Sohbetin ortalarında  Bana bir minik bir hikaye anlatacağını. Sonrasındaysa yorum yapmamı istedi.

 Ve anlatmaya başladı.

   “Büyük bir tüccar yurt dışına gidiyor. İşlerini hal ettikten sonra bir dizi siyah inci alıyor. Bu inciyi yaklaşan evlilik yıl dönümünde kolye haline getirip eşine hediye etmek ve eşinin boynunda görmek istiyor. 

    İstanbul’a dönen tüccar, incileri kolye haline getirmek için bir kaç gün sonra soluğu, Kapalıçarşı’da alıyor. Bir kaç sarraf işlemeci ve tamircisine gidiyor. Bu incilerin delinmesini ve kolye haline getirilmesini istiyor. Fakat hiç bir sarraf incilere dokunmak dahi istemiyor.

  Tüccar her akşam evindeki koltuğuna oturuyor ve bu incilerin kolye haline gelememesinden dolayı canı sıkılıyor ve çözüm olmadığını düşünerek kederleniyor.

 Evlilik yıl dönemleri çok yaklaşıyor. Tüccar bir gün evinden yine çok düşünceli çıkıyor.  Farkında olmadan ara yollara sapıyor. Ara yollardan birinde bir demirci ile karşılaşıyor. Ümitsiz bir şekilde cebindeki incileri çıkarıyor ve demirciyle selamlaştıktan sonra, acaba bu incileri delerek ve bir misinaya geçirerek kolye haline getirip getiremeyeceğini soruyor. İncileri avucunun içinde yuvarlayarak inceleyen demirci; hay hay beyim diyor. Siz bir köşede oturun on dakikada hazırlarım diyor. Tüccar çok mutlu, kahvesini yudumluyor. Gerçekten de on dakikada incilerin kolye haline getirildiğini görüyor.. Tüccar kolyeyi görünce heyecanlanıyor. Bedelini ödüyor ve oradan ayrılıyor . Akşam kolyeyi eşinin boynuna takıyor, büyük bir zevkle kolyenin ihtişamını ve eşinin mutluluğuna şahit oluyor .

   Fakat tüccarı bir düşünce alıyor. Niçin hiç bir kuyumcu incileri delmedi de bir demirci incileri deldi? Hemen ertesi gün kapalı çarşıya gidiyor ve kuyumculara soruyor.

 Hepsinin adına bir kuyumcu cevap veriyor. Bey efendi, emin olun demirci, incilerin değerini ve kıymetini bilseydi inanın dokunmazdı bile diyor. Tüccar pişmanlığın faydası olmayacağını bilerek Kapalı çarşıdan ayrılıyor.

  Tamda şu yaşadığımız Dünyayı etkisi altına alan pandemik Koronavirüsün yaratmış olduğu fırtınalı ve hayatların alt üst olduğu süreçte babamın bu anlatımı aklıma geliyor.

 Neyin kıymetini ve değerini bildik ki? O kadar pervazsız davranıyoruz ki sorgulamadan geçemiyorum.

   Şu anda yaşadığımız bu virüs iletti sürecinde biz insanların tüm kötü iç güdüleri ve bencillikleriyle dünyanın, doğanın, yaşamın, insan ve hayvan haklarının ne kadar da hoyratça kullanıldığını görüyoruz.  Yaşam kilometresini sıfırlanmış gibi his ediyorum. Ölüm bile dün yavaştı, sanki şimdi koşuyor.  Çok mu azmıştık acaba? Çok mu insan olduğumuzu unutmuştuk? Çok mu görmezden gelmiştik her şeyi? Çok mu maddiyat ve gösteriş hastalığına yakalanmıştık? Çok mu her güzel şeyi yok etmeye programlanmıştık? Çok mu kirlendik? Çok mu kirlettik? Çoklar o kadar fazla ki yazmaktan utanıyorum.

  Dilerim artık farkı fark etmenin zamanı geldiğini anlarız. Ölümlü olduğumuzu ve gelecek nesillere bırakabileceğimiz iyi miraslarımızın ev ve arabadan v. s den ibaret olmadığını anlarız.

Oysa bizlere sunulan her nimetin yaşadığımız her anın yediğimiz, içtiğimiz her şeyin, sarılmanın, yürümenin, Özgür olmanın, doğanın, gök yüzünden damlayan her yağmur tanesinin, topraktan bizlere sunulan yeşilin, gazelin, çiceklerin, böceklerin kuşların, denizdeki balıkların, içimize çektiğimiz iyotlu havayı korkmadan çekmenin ne büyük özgürlük olduğunu anlıyoruz. Nasıl da kıymetli ve değerliymiş yaşadığımız gördüğümüz ve dokunduğumuz ve dokunamadığımız her şey.

  Artık bunlara bir müddet hasret ve uzağız. Mutlaka bir gün bu süreç bitecektir. Dünyayı sadece hırpalamak olmaz. Artık yaşamımız her ölümden sonra kullandığımız klişe cümleler ve kelimeler gibi olmayacak ve olmamalıdır. Çünkü bu olayda yine en büyük zararı gören ve psikolojik olarak diplerde gezen bizler bedel ödeyeceğiz.

   Kim düşünebilirdi ki bir gün demir parmaklıklar olmadan evlerimizde tecrit hayatı yaşamaya çalışacağımızı. 

  Ve babamın anlattığı hikayeye geri dönerek hayatın yaşamın değerini ve kıymetini bilerek yaşamak temenimdir. Unutmayın ki kaybettiğimiz her değeri ve her doğallığı tekrar yerine koymak yıllarımızı alacaktır.

Sarrafın incilere biçtiği değer doğallığını dokunulmaz kılsa bile, demirci sanatkarı ise işi gereği onu amacına göre işleme gereği duyar..!

 Yazımı çok sevdiğim bir sözle bitirmek istiyorum.

 Evren, insanoğlunun anaokuludur, var olan her şeyin verdiği özel bir dersi vardır. Dağlar sağlamlığı ve azameti öğretir; okyanuslar büyüklüğü ve değişimi. Ormanlar, göller, nehirler, bulutlar, rüzgâr, yıldızlar, çiçekler, buzullar ve kristal kar taneleri, canlı ve cansız her varlık, insan ruhu üzerinde bir etki bırakır. Arılar ve karıncalar bile endüstri ve ekonomi dersleri verirler. Orison Sweet Marde.            

  Sevgiler..