Yoğun, yorucu ve karmaşık bir günün sonunda toplantılar bitmiş, Beşyol’dan eve kadar yürümüş, içeri girer girmez dinlenmek ve kafa dağıtmak için şehrin batı yönüne bakan mutfak balkonumuzdaki o çok sevdiğim koltuğa atıvermiştim kendimi…

Koltuğa gömülür gömülmez derin bir nefes alıp arkaya yaslandım.

Ne olduysa o an oldu…

Karşımda Türkiye’nin pek az şehrinde yaşayan insanların her gün şahit olabileceği enfes bir doğa olayı gerçekleşmek üzere idi. Hava bulutsuz ve apaçıktı.  

Kızıl ateş topu, Vangölü sularına gömülmek üzere ufuk çizgisinin tam üzerinde öylece duruyordu.

Hayretler içinde bakakaldım. Bir tuhaflık vardı bugün. Birkaç günde bir denk gelebildiğim bu kutsal seremoni, bugün adeta donakalmıştı. Güneş öylece durmuş yoluna devam etmiyordu. Ben diyeyim 1, siz deyin 2 saat sürdü bu bakışmamız. Batmadı güneş, batmıyordu. Yerinde durmuş bir şeyler söylemeye, anlatmaya çalışıyordu. Daha dikkatli bakınca fark ettim, kızgın bir suratı vardı.

Öfkeliydi.

Sonra aniden konuşmaya başladı benimle. “Konuşmak” dememe bakmayın. Ağzı bozuktu. Azarlamak değil, bildiğin saydırıyordu. Şok oldum. Aşağıda anlatacağım üzere uzun uzun paraladı. Ara ara tatlı sert oldu. Ama son sözü “sizden bi cacık olmaz” oldu. Bu son sözlerini gırtlaktan, bezgin ve giderek kısılan bir tonda söylemişti.

Tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum bu telepatik iletişimimiz, ancak eminim içini iyice döktü. Sonra usul usul beni karanlığa terk edip oracıkta bıraktı.

Ne yaşamıştım ben?

Anlamam ve kendime gelmem epeyce zaman aldı. Gözüm hala oradaydı, acaba tekrar geri çıkar mı diye kilitlenmiş gibiydim. Ama nafile. Bir ara aynı istikametteki Van Kalesi’nin ışıkları yanınca kendime geldim. Nefes aldım.

Göz göze geldiğimiz o an nasıl olmuştu, yüzlerce sayfalık azarı nasıl işitebilmiştim?  Anlamaya çalışırken gözlerim Kalenin ışıklarına takıldı. Sonra çok az Vanlının bildiği, yaklaşık 3 bin yıldır Van Kalesindeki kaya mezarında uyuyan Urartu Kralı I. Argişti geldi hatırıma. İçim ürperdi, üşüdüm. Birkaç kilometre ötemde yatıyordu Kral. O an zihnimde bir berraklaşma oldu. Başım 3 defa kendiliğinden aşağı doğru eğilerek anladım hareketi yaptı istemsizce…

Sardur’un, İşpuini’nin, Menua, Argişti ve Rusa’nın şimdi üzerinde yaşadığımız Van topraklarında 3 bin yıl önce ve o zamanki şartlarda neler inşa ettiğini, bugün kocaman bir köye çevirdiğimiz Van’ı hak etmediğimizi anlatıyordu Güneş. Kızıyordu bize. Anladım ve utandım…

Tam bu sırada İki Nisan Caddesi’nde kıyamet koptu. Yukarı doğru çıkmaya çalışan bir ambulans siren sesleri ile feryat ediyordu. Belli ki trafik kapalıydı, tüm arabalar birbirine korna çalmaya başladı. Kulak tırmalayan sesler yaklaşık on dakika sürdü. İçindeki hastaya ve yakınlarına sabır ve yardım diledim. Yine utandım.

Nasılını bilmiyorum. Ama Güneş’ten ne işittiğimi hatırlıyorum.

Güneş dediğine göre, önceki gece dünya çevresindeki turunu tamamlayıp Doğu Asya ülkelerini bir bir aydınlattıktan sonra, İran-Horasan, Mâverâünnehir ve Hazar Denizi’ne aynı anda ışıklarını göndermiş, Tebriz Gölü ve Hoy üzerinden geçerek Başkale sınırından Van’a girmişti. Önce Yavuzlar Köyü’ndeki Peri Bacaları ile Dereiçi Köyü’ndeki travertenleri kontrol etmişti. Değişiklik yoktu, kaderlerine terk edilmiş haldeydiler. Van’ın en kuzeyinden en güneyine sınıra yakın tüm köyleri-ilçeleri teker teker aydınlatmış eskiden on binlerce büyük ve küçük baş hayvan gördüğü otlakları meraları yaylaları tekrar tekrar taramış ama bugün de hiç birine rastlamamıştı. Küçük gruplar halinde üç beş cılız hayvan sürüsü görebilmişti yer yer. Nerde o 30 yıl önceki günler. Niredeeen nireye.

Yukarıdan aşağıya Tendürek Dağı, Muradiye Şelalesi, Bendimahi Çayı, Sarımemet Barajı, Karasu Çayı,  Erçek Gölü, Hoşap Kalesi, Zernek Çayı, Şamran Kanalı, Dönemeç Çayı ve güneye doğru Feraşin Yaylasındaki küçük göllere kadar her yere ışığıyla göz gezdirmiş bir umut hareket var mı diye bakmıştı. Yoktu.

En çok Keşiş Gölüne dikkatle bakmıştı her sabah yaptığı gibi. Yok arkadaş yine kimse yok.

Kısa süre önce, M.Ö. 685’te Urartu Kralı II. Rusa at sırtında gelip gittiği bu yerde küçük bir akarsuyunun önünü kapatmış, burayı bir baraj gölüne çevirmişti. Kuşlar, çeşit çeşit hayvanlar, börtü böcek akın etmiş ortalık panayır yerine dönmüştü. Her sabah sevinçle ve merakla izlemişti. Rusa durmamış kanallar kazdırmış 30 km’den Van merkeze sulama suyu getirmiş tarımı canlandırmıştı. Daha dün gibiydi. Ne çok severdi Rusa’yı, çok çalışkandı. Ya Menua. Ondan önce Menua 51 Km’lik Şamran Kanalı kazdırmış, Gürpınar’dan Van Kalesine su getirmiş, Kadembas’a asma bahçeleri yaptırmıştı aşkı için.

Dediğine göre en çok Kehrizlere kızıyordu Güneş. Erek Dağından merkeze yaz-kış buz gibi su taşıyan o kilometrelerce uzunluğundaki dünya harikası Kehrizlere nasıl kıymıştı Vanlılar ? 30 yıl önce üzerlerine beton döken o akılsızlara küfürler ediyordu. Neyse…

Sonra şehrin üzerine gelip öğlen vakti uzun uzun etrafı izlemişti. “Yok arkadaş bu yeni nesil Vanlılardan bi cacık olmaz. Dünyayı her gün bir tur dönüyorum, hiçbir yerde Van’daki gibi gözleri farklı renkte o şirin kediciklere rastlamadım. Hani nerde onlar ? Sokaklarda bir tane bile yok. Tarih kokan kaleler, kiliseler, 350 yıllık bir başkent, verimli sulak araziler var ama şehrin her yanı varoş. Halk aç, işsiz, eğitimsiz, vasıfsız. Ortalığı pislik götürüyor. Adına Valilik, Belediye, Sivil Toplum Kuruluşu, Siyasi Parti denilen ne işe yaradıkları belli bir sürü bina var. Makam arabaları ve şoförler bide korumalar var ama şehrin Hal-i pür melal” diye konuşa konuşa Vangölü’nün üzerine gelmişti.

Biraz inci kefalini seyre dalmış, Zilan Çayına, sağda süslü Süphan Dağı’na bir göz kırpmış, aşağılarda Akdamar Kilisesine acı dolu bir bakış fırlatmış, çok üzerinde durmamış, solda Abalı kayak tesisine Artos’a ters ters bakmış İnköy Koyunu geçerken öfkesi artmıştı. Kanisipi durgun, Çatak, Kaçit, Kato aynı,  yoluna devam etmiş.  

Bu yeni nesil hiçbir halt beceremez. Teknoloji çok gelişti ama bunlar uyuz uyuz tozun toprağın, keşmekeşin içinde, yarı aç yarı tok üst üste yaşıyorlar. Var olanı da yok etmişler utanmazlar. Öfkesi daha da artmış, tepesinin tası atmış adeta.

Güneş tam bu sırada bir yandan Vangölü’nün üzerinden Sardur’un şehrine veda etmeye hazırlanıyordu. O ara Cumhuriyet İlköğretim Okulunun oralarda bir evinin balkonundan kendisini dikkatle izleyen bir çift gözle karşılaştı. Yoğun, yorucu ve karmaşık bir günün ardından eve gelmiş, balkondan kedisini izleyen bu kişiyle göz göze geldi. Açtı ağzını yumdu gözünü. İyice paraladı beni.

 “Batman’a, Malatya’ya, Diyarbakır’a, Kayseri’ye, Antep’e, Denizli’ye bak, sizin onlardan ne eksiğiniz var ? Fazlanız var ulan, fazlanız ! ” dedi bu kızgınlıkla. “Tembeller, beceriksizler, akılsızlar” diye de ekledi. Baktı baktı ama çok da aklı kesmedi benden. Yoluna devam etti, beni karanlığa terk etti.

Anlamıştım ben onu. Her nasıl olduysa duymuştum söylediklerini, öfkesini anlamıştım. Haklıydı fazlasıyla. O gece uzun uzun düşündüm ve harekete geçmeye karar verdim. Sokaklarında ayakkabı boyacılığı da, hamallık da, gazetecilik de, esnaflık da, iş adamlığı da, sivil toplum örgütçülüğü de, siyasetçilik de yaptığım bu şehir için harekete geçmeye karar verdim. O gün bu gündür.

Van Ekspresin değerli okuyucuları, bundan sonrasına hep birlikte şahitlik edeceğiz. Güneşle tekrar konuşabilirsem sizlerle mutlaka paylaşacağım. Muhtemelen haftada bir-iki gün burada buluşmak üzere…

Herkese merhaba…