Köyün bilge yaşlısıydı.

Bizim oralarda 'ru sipi ' derler...

Köy hayatına dair yaşamsal kararlarda, ahali, bilgenin iki dudağı arasında çıkacak bir çift sözcüğe bakar.

Bu kez de öyle oldu.

Bilge, yılların verdiği yorgunlukla çöken omuzları üzerinde duran başını göğe doğrulttu, ve tebessümle  "wext hatiye..bangé sıbé lazéme em kewén re."( vakit gelmiştir.sabah ezanında yola çıkmalıyız.) dedi.

Köyde bir hengâme başladı.

Bilge, kapı eşiğinde duran ardıç kütüğünün üzerine çömelip tütün kesesinde kalınca bir sigara sararken, köylüler evin yolunu tuttu.

Ne de olsa fazla vakitleri yoktu.

Sabahın köründe yola çıkılacaktı ya.

Yediden yetmişe herkes keyifliydi.

Çünkü gidecekleri yerde her birinin kendine dair bir hesabı vardı.

Genç kızlar ve delikanlılar, tebessümle kaçamak bakışlar gönderdiler birbirlerine.

Çocuklar, halaya durdu.

Ezgiler, köyü kale duvarı misali çevreleyen yükseltilerde yankılandı.

Ama birileri vardı ki o kadar da keyifli değillerdi.

Ne de olsa, yükün ağır tarafı yine onların omuzlarındaydı.

'Onlar' dediklerim, analar ve babalar ..

Yani ebeveynler.

Vakit kaybetmeden işe koyuldular.

Analar, el emeği göz nuru kilimleri katladı, babalar, itina ile dürülmüş kara kıl çadırları yerlerinden indirip gözden geçirdiler.

Yırtık ve sökükleri onardılar...

O gece kimseyi uyku tutmadı.

Lakin nereye ne için gittiklerini iyi biliyorlardı.

Gidecekleri yer, kendileri için rızık ve bereketten öte yeni sevdaların filizlendiği yükseltilerdi.

Haaa ... bir de 8 aydı bugünü bekliyorlardı.

Kaçamak bir uykuyla sözleştiler.

Gözler  henüz uykuyla kilitlenmeden, köy evinin damına çıkan imamın ezan sesi duyuldu.

Veee yola çıkış startı verildi.

Yükleri hazırlanan yağız atlar, seklavi kısraklar, yola koyuldu.

Mevsimlerden ilkbaharın sonlarıydı.

Güzergah engebeli, yol uzundu..

Ağır aksak ilerlediler.

Kervanın en önlerinde yükselen ses, dalga dalga yayılıyordu.

Belki de  bir nefes uzaklıkta olan sınırın öte köylerinde dahi duyulmuştu.

Zaten yaşadığımız topraklar sınır boyu köyleriydi.

Şairin dediği gibi;

"Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşıyaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil,

Fıkaralıktan

Pasaporta ısınmamış içimiz

Budur katlimize sebep suçumuz,

Gayrı eşkiyaya çıkar adımız

Kaçakçıya

Soyguncuya

Hayına..."

Hudut boylarını aşan ses ise kel filit'ın sesiydi.

Filit, köyün dengbejiydi.

Uzun kış gecelerinde  kel filit seslendirdiği klamlarla köy meclislerinin vazgeçilmeziyďi.

Yine yanık bir klam tutturmuştu...

Têlî

De lê lê zalimê lê lê lê

Têliyê malxerabê

Min go buhar e buhara rengîn e

Zalima qîza zalima

Buhar e buhara rengîn e

Li seriya me zozan e

Li biniya me de

Bingol e Serhed e Şerefdîn e

Brek malê bava Têliya min bar kirine

Li zozanê me yê jorîn danîne

Hespê binê min rewan e

Şopê malê we digerîne

Na na wele min ê vê sibê

Xwe berda zozanê me yê jorîn e

Min bala xwe dayê

Sê kon vegirtî ne

Min ê ajotî pêşiya konê pêşî ne...

Yol uzadıkça klam da uzuyordu.

Dereyi sıcaklar kavururken,kervan, serin rüzgarların estiği yükseltilere ulaşmıştı.

Her kervan kendi yaylasına yönelmişti.

Ne var ki  onlar gelene  dek, binlerce kilometre yoldan gelen koçerler çoktan ana karargaha varmış ve kara çaydanlıkta kaynayan ilk çaylarını dahi içmişlerdi.

Olsun be...

Zaten koçarlar bu coğrafyanın kadim misafirleri değiller mıydı?

Şırnak, Cizre, Eruh tarafından gelen kocerler, yerleşik  aşiretler olan
jirki, Gewdan, Mamxuran, Graviyan, Pinyanişi, Merzékan aşiretleri tarafından büyük bir nezaketle misafir edilirlerdi.

Muhrün, Nedirok, meydan belek, kolya jirkiyan, ware bélınd yaylalarında deyim yerindeyse bayram havası vardı.

Çünkü üç  ay boyunca konaklayacakları yaylarda kara kıl çadırların altında bir yaşam sürmek ömre bedeldi.

Hele hele kara kıl çadırların altında bir gecelik uykunun tadı nelere değişilir ki?

Hava buz gibi serin.

Çalı çırpı ile beslenmiş ocağın üzerinde kaynayan süt kokusu.

Veee sen yorganlara altındasın.

Gökte milyonlarca yıldız.

Kara kıl çadırın önünde bir kız geçiyor.

Berçemleri yanaklara dökülmüş..

Ceylan gözlerden fırlayan ok kalbine saplanıyor.

Çocuklar, ay ışığında hestéké şevé oynuyor.

Tahta beşikte bir bebek ,beşiğin yanında yanık sesiyle  "De lori gurémın lori...babé te kuştén dayik bé guri" türküsünü okuyan genç anne..

Haaa bir de  oralarda hazırlanan ürünleri unutmak yayla detayında buyuk bir eksiklik olur.

peynirlerimiz bu  yaylalarda kıvamını bulurdu.

Sirmu, siyabo, heléz, mendé pancarlarıyla aromalandırılmış peynirler nam salmıştı.

Herşey doğal tadındadır.

Deri ve tahta yayıklarda yayılan tereyağları.

Parmak kalınlığında kaymak bağlamış yoğurtlar.

Küplere doldurulmuş koyun eti kavurmaları.

Ve daha neler neler...

Anlatacak daha çok şey vardı.

Ne var ki gün kararmış, karanlık çökmüştü.

Sözün bittiği yere varmıştık.

Uzaklarda kurt ulumaları duyuluyordu.

Ceylanları, dağ keçilerini sorarsanız onlara ulaşabilmek için sabahın köründe zirvelere çıkmak gerekiyordu.

İşte böyle başlar bizim yaylaların hikayeleri ve böyle biterdi.

Tüm sözcükler türkü, halay ve sevda tadında son bulurdu.

Ne var ki  zaman zaman   ağzımızın tadı bozulmaz da değildi.

Gecenin bir saatinde yankılanan 'havar' sesiyle ayaklanırdı yayla sakinleri.

Ya bir kız kaçırılmıştır ya da 'talan' dediğimiz hırsızlığa maruz kalmıştır yayla.

İkisinin de bedeli ağır olurdu.

Kız kaçırma çoktur bu coğrafyada.

Kız kaçırmalardan dolayı aşiretler arası husumet başlar.

Husumet zaman zaman kan davasına dönüşürdü.

Aşiret meclisleri kurulur.

Racon kesilirdi.

Eli kınalı delikanlılar, duvaklı kızlar düşerdi toprağın bağrına.

Zamanlı...zamansız.

Yani kısacası bizim yaylaların hikayesi yazılmamış bir türküdür.

Şairin dediği gibi

"Ben Türkçe anlatamam sen kürtçe anlayamazsın".

Ve bu hikaye, yayladaki kara kıl çadırların üzerine yılın ilk karı düşene kadar sürüp giderdi.

Yayla tadında yaşamlarınız olsun...