Kürt Sineması Kürtlerin özne olduğu ilk 1926’da çekilen Zeré filminden bu yana bayağı gelişti. Devletsizlik, sınır ve ölümün çoğunlukla işlendiği docudrama denilen film türünün yoğun olduğu Kürt sinemasında animasyon veya komedi filmlerinin olmamasını da sorgulayan Soner Sert ve Mizgin Müjde Arslan Kürt sineması hakkında değerli çalışmalar yaptılar. Mizgin Müjde Arslan’ın derlediği Kürt Sineması adlı kitabında Kürt Sineması enine boyuna tartışılıyor ayrıca Soner Sert’in Devletsiz Ulusun Sineması kitabı akademik bir çalışmanın sonucu. Soner Sert kitabında Kürtlerin siyasi geçmişi ile bağlantılı olarak geçmişten günümüze her dört parçada aynı zamanda Kızıl Kürdistan’ta çekilmiş filmleri mercek altına almıştır.

Bu çok değerli iki çalışmayı okuduktan sonra 10-17 Aralık tarihlerinde Türkiye İnsan Hakları Vakfının  Van’da bu yıl üçüncüsünü düzenlendiği film günlerinin tamamına katıldım. Mizgin Müjde Arslan’ın dediği gibi “Kürt sinemasının en ciddi problemi izleyicisinin olmaması” meselesi bu film günlerinde de vücut buldu. Tüm dünyada yürütülen insan hakları mücadelelerine izlediğimiz filmler aracılığıyla gidip geldik. Oysa ki ne kadar çok doldursaydık salonları o kadar çoğalacaktık.


Bu sene  düzenlenen film günlerinde izleme şansını bulduğum Kürt sinemasına dair filmlerin hepsi çok önemliydi. Elif Yiğit ‘Adalet İçin’ adlı filminde yine Kürt sinemasının başat konularından olan ölümü gündemine alarak Şenyaşar ailesinin adalet arayışına yer vermiş. Adliye önündeki oturma eylemleri aklımıza kazınmışken ailenin evine girerek yaşadıkları başka sorunları da öğrenmiş olduk. Bir diğer filmde ise; çevirmen Kawa Nemir’ın James Joyse’un Ulysses kitabını Kürtçeye çevirme süreci Aylin Kuryel ve Fırat Yücel tarafından çekilmiş.

Başka ülkede yaşamak zorunda olan Kürt çevirmenin şehir savaşları sürecinde yaşadıkları ile devletsizlik, Kürt dilinin zenginliği, asimilasyon politikaları gözlerimizin önüne serilirken Kawa Nemir’ın Hollanda’da Anne Frank’ın evinde kalması da Yahudi toplumu ile olan acılardaki ortaklığa ve sürgüne dikkat çekiyor. Koca bir kuşağı ilgilendiren Kürtlerin ulusal bilincini geliştirmiş Erivan Radyosunu konu alan bir film de izledik. Her parçadaki Kürtlerin aynı saatlerde dinledikleri radyo yayınının birleştirici gücünü bize göstererek tüm izleyicilerde ortak bir tebessüm yarattı. Erivan Radyosunun Sesi nerde? adlı filmin yönetmeni Mustafa Orman bu filmi çekerek birlik ve beraberlik özlemimizi depreştirdi. Mustafa Orman da bu filmde görsel olarak sınır vurgusuna oldukça fazla yer vermiştir. 


Tabi bir film vardı ki; baraj bahanesi ile Kürtlerin yerleşim yerlerinin sular altına bırakılması suretiyle Dicle nehri boyundaki tüm yerleşkelerin Kürtsüzleştirilmesi yakıcı şekilde anlatılıyordu. Film ayrıca Hasankeyf ve Dicle nehri boyunca tüm yerleşim yerlerinde yaşayan canlıların da yerinden edilme, mağdur edilme ve dolaylı sürgün hallerine ve verimli arazilerin sular altında bırakılarak atıllaştırılmasına yer veriyor. Yönetmen Fettullah Çelik’in misafir edildiği film günlerinde yönetmen ile söyleşi imkânı bulduğumuz için Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na müteşekkirim. Filmin adı ‘Herkes toprağa gömülür, ben suya.’ Burada Kürt halkının mezarlarını taşıdığı, taşınamayanların sular altında kaldığı, yerlerinden yurtlarından ikinci kez edilen Kürtlerin mecburi sürgün edilme durumunu çok çıplak bir şekilde gözler önüne seriyor. Tarım ve hayvancılık yapan Kürtlerin, suyun artık evleri yaşanmaz hale getirene kadar ait oldukları yerleri terk edemediklerini gördük. Terk etmek zorunda kalanların da gelip suya bakma hallerini bizler gözyaşlarımızı, yürek yangınlarımızı tutarak izledik.

96 köy yani 135 kilometrelik tarım ve hayvancılık yapılan alan sular altında kaldı. En verimli tarım alanları heba edildi. Ektiği, biçtiği ile geçinen, yaşadığı yerde anı biriktiren halkın yaşamla kurdukları bağları kesildi.  


Savaş, güvenlik, şehir savaşları, köy boşaltmalar,  baraj inşaatları derken bu coğrafyada Kürt kalmayana kadar bu uygulamalar hepimizin gözleri önünde devam ediyor. Yıllarca süren “Hasankeyf Sular Altında kalmasın” eylemlerine karşı orantısız bir güçle bir çok uygarlığa ev sahipliği etmiş Hasankeyf’in ve Dicle nehri kıyısının insansızlaştırılması, talan edilmesi, canlıların sular altında bırakılması, ailelerin çaresizliği; Kürtsüzleştirmenin, yoksulluğun adını Hasankeyf yapmıştır. Ve bu ilk pratiğimiz değildir, son olacağını sanmıyorum.