‘Kapıların kaderine inan’ demiştin. Sonra ben kapıların önünden geçerken hep bu sözünü anımsadım. İnsan neden bir kapının kaderine bu denli inanır ki dedim kendi kendime. Sonra anladım, insan kendini hep unutulduğu bir yerde, çoğu zaman da bir kapının bir yerinde bulurmuş. Önü ve ardı olmadan kapı. Kendimi aldım o kapının bir yerinden, kulağıma fısıldadım. Kendimi topladım o kapı diplerinden.
Ben Yafes
‘İnsan büyüdükçe kalbi küçülür’ diye bir söz okudum bir yerde. Çok korktum. Kalbimi kaybetmek istemedim. Bu korku beni sana getirdi. Bir kötülük varmış da yeryüzünde, dursam beni sarmalayacak diye hep ayaklarımla konuştum. İnsanın kalbi kaç yaşında küçülürdü acaba?
On yedi yaşındayım, gözlerim bir zeytin kadar siyah. Boyum yüz altmış dört santim. Üç kardeşim var. En küçükleriyim. Daha da büyüyeceğimi düşünmüyorum. Sen bir tek bana büyü diye çok dua ettim.
Dualarım yerini buldu sanki. Bir gün sen de büyüdün mü, ne oldu, anlamadım. Acayip güzel bir şey söyledin. ‘Bir gün gidersen ölürüm’ dedin bana. Çok hoşuma gitti bu. ‘Ben de’ dedim. Bir bahar tazeliğinde karşılamaya çalışırken bir ömrü, küçücük bir gözlükle dünyaya baktığımı anımsadım. Durup gözlerini kısıp ‘ama insanlar da ne kadar kötü’ dedin. İnanmak istemedim. Büyüdükçe kötü olan şeyin birbirimize istediğimiz kadar sokulamadığımızdan kaynaklandığını anladım. Dedim ki içimden, insanlar kötü değil, yokluğun her şeyi kötü ediyor. Sen olsan bu dünyaya pırıl pırıl bakardım dedim. Gülümseyip kafa salladın.
Öğrenmek ve artık bilmek benden çok şey aldı. Bunca şeyi öğrendiğim için çok pişmanım. İnandığım yerleri kaybediyorum yavaş yavaş. Hayata olan inancım çok sarsıldı. Sanki bir tırpan vardı ellerimde, gözüm kapalı, durmadan kendimden bir yer biçiyorum gibi hissettim. Bu denli birbirimizin hayatındayken o kadar hayatımızın uzağında olmak bana hep acı verdi. Bu acı ömrümü güzel de kıldı diye anlattım sana. Eksik anlatmışım.
İnsan birine basarak mı yaşıyordu acaba? Aldığım nefes, yediğim lokma, sevdiğim şey hep birini teğet geçmiş de, bana öyle gelmiş gibi. Bir avluda bir hatıraya göz kırpıp içime sabır dilediğim yerlerde hayatımın biten yerlerine baktım. Dünyada yedi milyar dokuz yüz milyon küsur insan vardı. Bende bir, ben dâhil. Bir şeyi yaşamak dünyaya gözümü kapattı. Seni sevmek beni kimden, kimi senden mahrum bıraktı bilmiyorum. Çok uzun sürdü bu. Ben bekledim avluda. O avluda bir iç savaştan içimi kurtarıp şöyle dedim. ‘Tuttu Allah beni sana verdi, seni bana değil. Beni sana verdi’ dedim. Anladığını umdum, başka çarem de yoktu zaten. Önceden bu avlu serin bir yaz akşamıymış da, sanki sen şuramda geziniyorsun gibi bir şeyken, sonradan nefesimi kesen ve seni hatırlamanın dahi günah sayıldığı bir yere dönüştü. ‘İnsan bir günah işleyince dua ile kalbini temizlermiş’ derdi annem. O günden sonra; üç gün oruç tuttum. Üç gün kalbime yapışan siyaha baktım. Seni düşündüm.
Nehirlerin neden bu kadar acelesi var? Diye, sordum sana bir gün. ‘Suya bak’ dedin. ‘Suyun yüzü hürmetine bana da bak’ dedin. Ben o günden sonra bir delinin iyileşme umudu diye, nerede nehir görsem oracıkta unuttum kendimi. Suya baktım, suyun yüzü hürmetine kendime baktım. Eğilip kulağımın dibine ‘uzun uzun bak suya’ diye bir cümle bıraktın. ‘İnsan bir şeye ne kadar uzun bakarsa o şeyi o kadar iyi görür’ dedin. Bir şeye uzun uzun bakacak kadar bir şeyi seviyordum nasılsa. Uzun uzun baktım. Su değirmenlerini hatırladım. Bu kadar acelesi olan nehirlerin bir şeyi un ufak ettiğini de.
Sonra ne mi oldu?
O nehir avluma akıp akıp durdu. Kocaman bir göl biriktirdim. Karşı karşıya ve iç içe duran bu kadar su, şimdi üstümde dinleniyor. Suyun dibinden ara ara başımı göğe yükseltip ‘Ben sadece nehirleri anımsıyorum o zamandan kalma’ dedim. İç çekip sanki o suyun dibinde bazen bana nefes veriyormuşsun gibi ‘Bir yüklemin hatırına dünya dönüyor’ dedin.
İnanıyorum dedim içimden.