Bağıra bağıra arka fonda, annemin çaldığı türküye eşlik ediyorum. En çok canım boğazımın düğümlendiği yerde yanıyor, tıkanıyorum. 

‘’Şu yarada kan olsaydım 
Dökülüp ziyan olsaydım 
Bu dünyada yerim yokmuş 
Keşke bir yalan olsaydım.’’

Can’a yakın bulduğumuz sözlerdir en çok acımızı alan ve saklımızın açığa çıktığı yeridir bir türkünün en z/âlim notası. 
Zalimdir; yüzümüze yüzümüze vurur gizli yaralarımızı. Âlimdir; anlatmadan söyletir içimize attıklarımızı.

Söyle Hayaloğlu söyle; kız çocuklarının kaderi annelerine mi çeker? Gözlerimizin rengi, bakışlarımızın buğusu, saçlarımız dalgası, iyi kötü huylarımızın çektiği gibi kader örgümüz de annemizin kaderine mi benzer? 
Göbek bağımız kesilirken; annemizin acılarını, özlemlerini, kırgınlıklarını kaderimize mi yüklüyoruz söyle? 

Henüz küçük bir çocuktum annem mutfakta soğan doğrarken radioda tıpkı bugün olduğu gibi ‘’şu dağlarda kar olsaydım’’ türküsü ses veriyordu. 
Annem, türküyü çatallaşmış sesiyle söylerken gözlerinden yaşlar akardı. Çocuk aklımla anneme ‘’neden ağlıyorsun?’’ diye sorardım. ‘’Ağlamıyorum yavrum. Mutfaktan çık, yoksa seninde gözlerin soğandan yaşarır.’’ Derdi. 
O zamanlar bu saklı yalana inanırdım. Sonra anladım ki soğan göz yaşarmasına sebep olurdu ama hıçkırarak iç çektirmiyordu.
  
Yaş ilerleyince daha bir telaşlı oluyor insan. Yaşayamadıkları yüzünden daha hırslı fakat daha mutsuz.  Benliğini bulmak için çıktığı yolda özüne yabancı kalmak yoruyor insanı ve en çok kendine mülteci olmak yaralıyor. Olmak istediği yer ile bulunduğu yer arasında gidip gelirken, herkese yakın kendine el oluyorsun farkına varmadan.

İşte böyle uzaktayım… Yoksunluk sendromu çeken bir hasta gibiyim. Ruhuma kaç tane ben kaçmış. Aynalara yansıyanların hangisi gerçek benliğim? Gök kuşağı renklerine bulanmış mozaik bir yüz, bakışlarında şimşekler barındıran kömür karası bir çift göz ve dişleri arasına sıkıştırılmış zoraki bir gülümseme. ‘’Ayna ayna söyle bana kim bu karşımdaki yabancı?’’  Tutamıyorum. Koy verip bırakıyorum yastığımın arasına sıkıştırdığım hayallerimi. Haykırdıkça haykırıyorum. Gözbebeklerimde sakladığım hüznümü akıtıyorum, allı morlu renklere buladığım yüzsüzlüğüm karalar bağlıyor. Sonunda, gömüyorum kimsesizler mezarlığına hüznümü. Söyleyemediğim bir damla gözyaşı akıyor içime. 

Büyümek nasıl da anneme benzetmiş beni. İskeletin ete, etin duyguya bürünmüş haliymiş anne olmak. Mühürlemem gençliğimin uçarı hallerine. Puslu gözlerle o hallerime gülümsüyorum şimdi. 
Annem hangi türküde ağladıysa ben hıçkırdım onun yerine. Yolların ardına bakmadan, dudak ucuma bir tutam umut ektim. Kalktı çocuk yanım, anneme göğün mavisini gösterdi. Basma fistanlı eteğini çekiştirip ‘’hazin değil her türkü’’ dedim usulca. Annemin ellerinden tutup, şen sesimle söyledim eski zaman türküsünü.

‘’Mardin kapısından atlayamadım 
Liralarım döküldü toplayamadım.’’

Bazen uyanmak lazım hüznün rüyasından da mutluluktan uyandığımız gibi.