Uzun zamandır sukut içindeyim. Ellerim kalem tutmuyor, gözlerim kimseyi görmüyordu. Sessizliğin sesini dinliyordum, deprem olana kadar.
Deprem sabahı saati öğrenmek için telefonuma baktığımda. Gelen arama ve mesaj sayılarının fazlalığına şaşırdım. Ani bir refleksle yataktan doğruldum. Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde dostlarım vardı biliyordum bunu ama görmek ayrıca duygulandırdı.  Aramalara geri dönüşler yaptıktan sonra bende vakit kaybetmeden iki gün önce ayrıldığım Diyarbakır’daki sevdiklerimi aradım. Sağ ve iyi oldukları haberlerini alınca. Yapabildiğim ilk şeyi yaptım. Kendimi bir odaya kapatıp dua ettim. Çaresiz ve aciz bir kul olduğumu tekrar tekrar hatırladım. Biraz durulup sakinleştiğimde depremzedeler için yardım eşyaları hazırlamaya başladım. Fakat yabancı bir memlekette eşyaları nasıl gönderirim bilemiyordum. Televizyon karşısına geçip haberlere hiç bakmadım. Çocuklarımı da uzak tuttum. 
Şimdi sizlere de televizyondan yada internetten gördüğünüz felaketleri yazıp, felaket tellallığı yapmak istemiyorum. Zaten neyin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Olaylara farklı bakmak içimdeki büyütemediğim çocuktan kaynaklansa gerek. Evet, yabancı bir memlekette eşyaları nasıl gönderirim kaygısı yaşıyordum. Sonra çocukların okullarından telefonuma mesaj geldi. Okulda yardım kuruluşlarında çalışan veliler gelip, gece yarısı evlerimizden aldılar eşyaları. Okullar tüm gün yardım topladılar. Kaldığım yerde yurt dışından gelip yerleşen insanlar hayli fazla, yabancı dediğimiz hatta yeri gelince inancı üzerinden vurduğumuz insanlar sabah belediyede yardım kolileri hazırlıyordu.
Haberleri izlediğim anlardaysa; yıkılan binaları, ölülerin sayısını, yaralıların durumunu hiç saymadım. Gözüme bir sitede “enkaz altında en uzun kalanlar listesi” takıldı gülüp geçtim. Daha çok ilgilendiğim bir nokta vardı.  Buda; İnsanların birlik ve beraberlikleriydi. O kadar farklı uçlarda düşünce yapısına sahip tanıdıklarımı enkaz çalışmalarında yan yana gördüm. Hiç kimse O, Bu, Şu yada Ocu, Bucu, Şucu olmamıştı hepsi birlik ve beraberlik içinde İnsan olup enkazdan can çıkarma derdindeydi. Durup olanları izleyince; Allah’ın eyy sirkelenin insanoğlu malın, insanın, makamın hiç bir şeyin kulu değilsiniz. Tapmayın taptıklarınıza siz bir tek bana kulsunuz. Demiş olabileceğini düşündüm. 
Enkaz çalışmalarından önce, düşüncelerinden dolayı sürekli tartışan hatta birbirlerine kırılan arkadaşlarımın Allah’ın yarattığı olaylar karşısında nasıl çaresiz kalıp birlik olduklarını gördüm. Evet, Yüce yaradan bizi İNSAN olarak bir ve eşit yarattı. Bizler sonradan o İnsanı şekillere sokarak ayırdık. Tabi ki deprem anında şov için yardım yapanları, kameralara oynayanları, benlik zannından kurtulamayan insancıkları da gördük. Onları yada onların yaptıklarını yazarak Allah’ın bizlere vermiş olduğu değerli vaktimizi harcamak istemiyorum. Deprem felaketinde yitirdiğimiz canlarımıza Rabbimden rahmet, hepimize sabır dilerken çok sevdiğim bir hikâye ile yazımı sonlandırıyorum.
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, diğeri ise siyahtı. Çocuk kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, ikinci köpeğe neden ihtiyaç olduğunu ve renklerinin neden illa siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu. Dedesine merakla sordu. Yaşlı reis bilgece gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. 
-''Onlar'' dedi, ''benim için iki simgedir evlat.'' 
-''Neyin simgesi'' diye sordu çocuk. 
-''İyiliğin ve kötülüğün simgesi. İyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımdalar onlar.'' 
Çocuk; ''mücadele varsa kazanan da olmalı'' diye düşündü ve bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi; 
-Peki, dedi. ''Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?'' 
Yaşlı reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa. 
-Hangisi mi evlat? 
-Ben hangisini daha iyi beslersem.