Her insanın, hayatı seyrettiği bir penceresi vardır. Kendimize seçtiğimiz bir gökyüzü gibi. Pencere kenarında oturup çayımızı ya da kahvemizi yudumlarken  zaman zaman dışarıda olup bitenleri izleriz. Yaşamla aramıza perde çektiğimiz camın ardından akan hayatı seyrederken, farkında olmadan yitirdiğimiz parçalarımızı ararız.

Okula giden bir çocuğun sırtındaki çantanın ağırlığı kamburumuz olur, sıkar canımızı. Hızlı bisiklet süren bir çocuğu gördüğümüzde ‘düştü düşecek’ korkusuyla tenimizde kapanmış yaralarımızın izlerine dokunuruz. Sızlanır çocuk yanımız pürtelâş. 

Yağmurlu havalarda yağmur damlaları altında eğlenerek, ıslanan çocuklara ‘hasta olacaklar’ endişesi ile müdahale etmek isteriz. İp atlayan çocukların yorulup ipe basacakları anı bekler, top oynayan çocukları terlemesinler diye uyarmamak için kendimizi zor tutarız. Çocuklara zarar gelmesini istemediğimiz için oyunlarını izlerken hep bir korku ve telaş içinde oluruz.

Şimdi soruyorum sizlere: Çocukken, hangimiz bisikletten düştük diye, vazgeçtik bisiklet sürmekten? 
Hangimiz, yorulup yanacağımızı bile bile ip atlama sırasında beklemedik? 
Hangimiz, yağmur damlaları altında ıslanırken, gözlerimizi kapatıp, ağzımızı kocaman açarak yağmur damlalarını yutmaya çalışmadık? 
Söyleyin hangimiz, annemiz ‘’basma ıslanırsın’’ diye uyardığı halde yağmur damlalarıyla biriken suya basmadan geçtik? Arkadaşlarımızla kaç kere küsüp tekrar barıştık? Kaç kere yere düştük sonra üstümüzdeki tozu silkeleyerek yeniden ayağa kalktık? Kaç kere sobelendik ama sobelendik diye saklanmaktan vazgeçmedik? Sayılarını hatırlamıyorsunuz değil mi?

O anlar tatlı bir tebessümle yayılır çehremize. Çocuk günlerimizin masumiyetidir çünkü. Düşünmeden hesapsız, kitapsız, çıkarsız tozpembeliğidir tek haneli yaşlarımızın. 
Çocukken oynadığımız oyunlarda, sonucu düşünmez an’ı yaşardık. Gece olduğunda huzurla yatağımıza girince, ertesi günün planı yapardık. Yarın olunca hangi oyunları oynayacağımızın hayaliyle uykuya dalardık. Yaralandığımızda bile aklımız oynadığımız oyunlardan aldığımız keyifte kalırken, yaralarımız ise annemiz öpene kadar sızlardı. 

Sonra büyüdük. Çok düştük, çok yara aldık, çok incindik. Çocukluğumuzdaki gibi kanamalı yaralarımız olmasa da en ağır yaraları alarak düşlerimizden vurulduk.  Ondandır hayatı korkarak yaşamamız ondandır her gördüğümüz çocuğu ‘aman düşersin, hasta olursun, terlersin’ diyerek uyarmaya çalışmamız.  Ondandır çocuk günlerimize üvey bir gülümseyiş ve buğulu gözlerle bakmamız. 
Fakat unuttuğumuz bir gerçek var: Çocuklar onları mutsuz eden olayları omuzlarına yük ederek hayata küsmezler. Onlar, mutlu oldukları an’a tutunarak, masalsı bir güzelliği hayal ederler. İncinmelerinden korkarak sürekli uyardığımız çocuklar, aslında kırık yüreklerimizi tedavi edecek şifalı ilaçlara benzerler. 

Haydi, gelin hep birlikte hayatımızı pencere kenarından seyretmeyi bırakalım. İçimizdeki ‘’kaç gün yatıp kalksak büyürüz’’ diye soran o küçük çocuğa, büyüdü diye kızmayalım. 
Düşmekten, yara almaktan, acı çekmekten korkarak yaşam alanlarımızı daraltmayalım. Kendi kendimize ördüğümüz duvarları yıkalım. Mutlu olduğumuz zamanlara odaklanarak, hayatımızdan mutsuzlukları men edelim. Bugün, gelin hep birlikte pencere kenarından hayatı seyreden o çocuğu sokağa salalım.  Gelin bugün büyümeyi unutalım. Sokaklarda koşturup bir çocuğu arkadaş edinelim. Terleyene kadar top oynayıp, üstüne de terli terli soğuk bir su içelim. Alt tarafı hasta olacağız ne olacak ki?