Hüzün kuşatmasından yorgun dönen, siyah kelimeler soluduğum nefesimdi.

Mayısın en sıcak gününde koklarken cumartesini, annem oluyordu. İçlenerek kırılgan adımlar atıyordu, yüreğimin sol boşluğunda. Yolu yarıladıkça küçülüyordu beden, ağzındaki vaktini aşmış bir ıslık ise büyüyordu. Kelebek konsa incinecek, rüzgâr esse kırılacaktı. Oğul dediği yerde, oğul olmamamın hikâyesiydi yüreğine yaslanamadığım. Söylemesi, tamamlanması gereken sözler arıyordum. Cümlelerime müebbet giydirilmiş, sığındığım tüm kelimelerim küf kokuyordu.

Yüreğime sığdıramadığım cesaretim öp diyordu. Hüzün buğusu gözlerinden, beyazlar içinde tülbenttinin mayasından. ‘‘Yaralandığım yerden, yara aldığı yere filizler yeşersin istiyorum’’. Sonra irkiliyorum; kayboluyorum, kaybediyorum. Hasretliğin göz göz açtığı yerde kaçan uykulara hikâyelerden attırılmış masallar anlatıyorum. Sevginin nurlu yüzüne, dokunur gibi yüreğimi gezdiriyorum. Bana hiç aldırış etmeden, hüznün devrik cümlelerini mırıldanır gibi sayfalar yerini değiştiriyor. Ayraç oluyorum bölündüğüm yerden, koptuğum anın yıpranan fotoğrafı ile kalbimi nemlendiriyorum. Seferi gibi günün izinden, diğer günün karanlığına bulutları imzalıyorum. Esmer bir yürüyüşün ardından köhne, eskimiş yalnızlığıma musallat oluyordu yaralı yorgunluğu.

‘‘Acıların pazarıydı hayatı ve ne alsa üstü kalsın diye bilecek kadardı geçmişi’’. Çoktular ve hep çocuktular kendi çocuğunu büyütemediği yangını ile aynı yaştaydılar. Yüreğindeki kıvılcımı gösterecek ayı yoktu, metanetine sabır dilenecek bir tarihide yoktu. Sonsuz bir ayrılıktı yanağının gamzesinde eriyen çiğdemler. Kalanlardan gidenlerin hatırı sorulurdu, öznesi hep kayboluştu.  ‘‘Susmak en büyük anlatımdır der, kapatır bozkırlarını’’…