Senin için onca satır yazılır siyahtan, kömür karası geceden. Sürgün de özlemek kelimesini dolduran geceden. Oysa senin saçında beyazdan karlar açılır. Bilmediğimiz senelerin bir birlerine yapılan iyiliklerin küstüğü zamanlardı. Bir ölümden, diğer ölüme tanışmaktı komşuluk. Sürgündük; çalıntı hikâyelerin, bağnaz korkuların arasında kaybolan düşlerin arasında savrulandık. Haklı iken, haksızlığın arasında yorulandık. Belki de en çok kaybolan. Gittin ya şimdi, birikir kelimeler. Anlatılacak bir söz, birde göl kıyımızın savruk yalnızlığı var geride kalan. Elim avucumda, son dua aydınlanan yolun hikâyesi ile kayboluyor.

Çocukluğum tutmuş yine sayfalar gri, kalbin ile konuş dediğin son söz gelir aklıma, birde badana tutmayan evinin büyük hayali. Çocuklar için aralanacak kapının girişindeki zerdali ağaçları. Çok büyük hayaller değildi ama önüne dizilen engeller çoktu. Haklıymış şair; ‘‘bir tutam umut için, bütün isyan bayrakları dikilmeli’’. Benim isyanımda sanırım sadece kendime. Kendimden öteye geçmiyor öfkem.

Bir çoban kavalı ile gün aydınlanıyor ve sonbahar yapraklarını döküyor küskün, kırgın. Oysa ben hala dündeyim kendimi Süleymaniye sokaklarında Halepçe’ yi sorgularken buluyorum. Bir barış ençisi gelse; önce kendimi, sonra da herkesi affedecek cesareti toplaya bilirdim. Şimdi geç kalınmış zamansızlığımın arasına keşke kelimesini de ekliyorum. Artık pişmanlığa yer vermiyorum. Nasıl olsa zaman da, mekân da ve hatta ıslık bile bizden yana değildi. Biz miydik baharları küstüren, yoksa zaten baharlar mı bizden yana değildi?

Ardından döktüğüm kambur kelimelerin haklı isyanları vardı. Oysa karamsar sözler değildi serzenişlerim, maviye sığdıramadığım duygu karmaşasıydı. Ruhum ruhunun harmanıydı, vedan ile sarsılan yüreğimin hüznüydü. Sığındığım kâinata sığdıra bileceğim tek şey iki satır arası kelime oyunları. "Sana en çok özlemek yakışırdı, gitmek değil"...