Benim hikâyem diye başlıyor her bir hikâyenin girişi ve yama tutmuyor geçmişi. Ölüm her birinin akrabasıdır artık, duvarda asılı duran çerçeveli fotoğrafların üstü örtülü ve ellerinde Yasin ile her perşembe gidilen yerdir ölüm. Yeryüzüne sığdıramadığımız kendi ellerimiz ile gökyüzüne uğurladığımız çocuklara ağlıyoruz. Hayallerimizin düştüğü ve yüzümüzde ki gamzeyi unuttuğumuz yerdi kaybetmek. Hiç değişmedi birilerinin gözünde hep suç dosyamız kabarıktı.

En acılı kısımdı benim hikâyem diye devam edilen ikinci paragraf, hangi yara derin bir oyuk bırakır? Yıllara yayılan kaç ölüm dilsiz, sağır, kör… ‘‘Coğrafya kaderdir’’ diyor büyük üstat kader ise sevmedim bu kaderi, ben yazmadım kim yazdı ise benim yerime figüran olmayı seçsin. Neden payımıza düşen iklimler gözyaşından ibarettir? Ve siz ey şairler acımı büyüttünüz, şimdi bana düşen yarama tuz basmak. Günahım ne ise asırlardır bitmedi hengâmesi. Her günlükte başka acılar yaşanır, zalimliğin vurduğu yer hep kanar. Erken yol ayrımına gelinmiş bir çocukluk, derme çatma evlerde kuş yuvaları sahipsiz. Gün batımı düşüyor ardıma bana dost olan yine kendi gölgem.

Üçüncü paragraf olarak düşüyor gözyaşları bu acı kalbimizi neşemizi sürükleyip götürdü. Artık saksılarda uyuttuğumuz baharlarımız yok, baharlarımıza eşlik eden düğünlerimiz yok ve artık kimse bakmaz aynaya. Yutkunmak istersin o bile fazla gelir, sessiz bir çığlık yarar geceyi nerden geldiğini işitemezsin öylece kalırsın. Mangalda kül bırakmazsın ama yüreğini kemiren bir kor ile susarsın. ‘‘Ömür denen kısa yolda (acılarım) yaşlılığım haritamdır’’ artık...